2009 yılının ikinci yarısında Türkiye’nin iktidardaki partisi bir “demokratik açılım” programına karar vermiştir. 2004 yılında ivme kazanan AB açılımının belki de yeterince “milli” bir açılım olmayacağı yönünde endişeler taşıyan iktidar partisi, yani Adalet ve Kalkınma Partisi “yerinden” bir açılım başlatmıştır. “Demokratik Açılım” süreci Avrupa Birliği adaylık sürecinden çok farklı bir anlam taşımaktadır. Bunun esası Kürt açılımıdır, zaten başta bu şekilde ifade edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından yepyeni bir döneme girişi dile getirmektedir bu deyim. Geçmişle yüzleşmeyi ifade etmektedir. Artık hangi hükümet olursa olsun bu konuda yüzleşmekten başka çare olmadığı yada bütün askeri/asayiş “çareleri”nin tükendiği, hatta çağımızda militer çarelerin felaketli sonuçları anlaşılmıştır. AB süreci her ne kadar bazı demokratikleşme girişimlerine neden olduysa da Kürt meselesinin seyri tüm TC vatandaşları için daha derin, daha felsefi bir gerçekliği gösterir. Ülkemizde on yıllardır süren bir şiddet olgusunun hem halk yönünden hem de iktidarı pekiştirmek isteyen hükümetler yönünden birçok engel yaratıyor olması bazı ilişkileri düzeltmek gereksinimini doğurmuştur.
70-466
İlişkileri hem yasalarla hem toplumsal psikolojik reformlarla iyileştirmek bir bölgesel işbirliği paketinden yada mevzuatından çok daha yönlü ve katmanlıdır.
Bu açılımın iki yanı vardır:
1. Bir hükümetin yada devletin algısı ve kapasitesi dahilinde (Ortadoğu’daki bölgesel konum, ABD ile ilişkiler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da oy oranını arttırmak, en azından düşürmemek), Adalet ve Kalkınma Partisinin vicdanen kendi ezilmişliğini de hatırlayarak gerekli değişikliklere doğru yavaş yavaş, Türk milliyetçilerini veya milli görüşçüleri kızdırmayacak oranda adım atmaya karar vermesi;
2. İkinci yanı ise, Kürt halkının yıllardır şekillenen, gelişen ve olgunlaşan demokrasi taleplerinin karşılanmasını meşru siyasal faaliyet içinde hesaba katmak zorunluluğu.
Bu ikincisi, yani Kürt halkının demokrasi mücadelesi ve talepleri, ideolojik olarak muhafazakarlığın veya liberalizmin altından tek başlarına veya birlikte kalkamayacakları kadar derin bir eşitsizlik sorunudur. Liberalizm bireyi kanun önünde yalnız bırakır, fırsat eşitliği lafzıyla rekabette eritir. Muhafazakarlık ise ulus devlet girdabından kurtulamaz çünkü hiyerarşi ve geleneksel ilişki ağları üzerinden yükselir. Her iki ideoloji de birlikte hareket ettikleri zaman, yani, yeni muhafazakarlık veya neo liberalizm yorumlarıyla- bu kadar karmaşık girift bir eşitsizlik sorunuyla baş etmeleri mümkün değildir çünkü onların pragmatik ideolojik çerçevesinde özgürlük, sosyal adalet ve eşitlik üzerinden tam anlam kazanamaz. Dolayısıyla bu açılım çerçevesi içinde solun, sosyal demokrasinin, sosyalizmin, ve nihayet en ideal yorumuyla yeni solun mutlaka yer alması beklenmelidir. Yeni sol ki, tüm mağduriyet aidiyetlerini hesaba katmakla yükümlüdür ve hakların topluluk haklarıyla birlikte ele alınması gereğini toplumsal eşitlik anlayışı çerçevesinde en iyi yorumlayabilecektir. Açılımı bir çözüm süreci olarak algılamak gerekecektir. Bu da toplumu, çözüm sürecine adil bir biçimde katmaya özendirerek hazırlamak anlamına gelir.
Kimlik yeni siyaset çalışmalarında neden öne çıkmıştır?
Kimliğin bir süreç olarak deneyimi, tarihsel algılanışı, kendini tanımlayarak bir hayat yaratmak dürtüsü çeşitli biçimlerde açıklanır. Bazılarına göre kimlik bir iktidar güçlendirme sorunudur. Felsefi açıdan baktığımızda gerek bireysel kimliklerin gerekse toplumsal kimliklerin kendilerini gerçekleştirme, kanıtlama süreçlerini bir iktidar yada siyasal irade güçlendirme mücadelesi olarak görebiliriz. Kişiler özel hayatlarında farklı aidiyet alanlarını belli bir üslupla birleştirme uğraşı içinde olgunlaşırlar, bütünlük, belkemiği dediğimiz şey böyle bir şey olmalıdır. Hayatımızın çeşitli dönemlerinde bazı aidiyetler diğerlerinin önüne geçer, vurgu değişebilir: mesela, mesleki aidiyet anneliğin önüne, Karadenizlilik Türklüğün önüne, kadınlık Kürtlüğün önüne, İstanbulluluk göçmenliğin önüne geçebilir. Yine mesela hem genç hem Kürt hem kadın, hem de köylü olan bir birey en az bu dört kimliğiyle zaman zaman Kürt olmayan bir kadın ile, yada genç olmayan bir köylü ile paylaşılan kimlikleri fark edebilir.
Toplumsal kimlikle baktığımızda, geçmişi olmayanlar yada geçmişi tanımlanmamış, meşru görülmemiş, hatta hakim ulusun devletinin pekiştirilmesi sürecinde ve onun önünde bir engel bir tehdit olarak görülmüş halklar veya topluluklar hüküm süren modernci kimliğe karşı ulus altı (tâli görülen) kimliklerini siyasal anlamda güçlendirmek yolunu seçmek zorunda kalmışlardır. Sosyal gruplar ve toplumsal hareketler tarih yaparak kendilerini inşa edebilirler. Bu süreçte dile, dine, etnisiteye vurgu yapabilirler yada hepsini birden kullanabilirler. Yok sayılma şiddeti karşısında kendilerini kanıtlama mücadelesini kamu alanına taşımak için kimlik vurgularını sivriltebilirler.
Kısaca, hem bireysel hem de toplumsal kimlikler aslında çoğuldur, vurgular hayat safhaları içinde yer değiştirebilir, yeni kimlikler eklenebilir. Rosalind Brunt’un kimliğin tanımını “başkalarının gözünde, kendisini inşa etmek noktasında siyasal faaliyetin beni/bizi kapsaması durumunu” göz önünde bulundurarak yaptığını aktaran Liz Bondi, kimlikler üzerindeki baskı hiyerarşisini ele alırken kimliklerin ilerici bir iddia mı, yoksa gerici bir kutsama mı olduğunu sorguluyor . Kimlik algısında her biri var aslında, önüne sıfatlar yerleştirilebileceği gibi, tek başına özne de olabiliyorlar. Ama zaman ve de mekan açısından değerlendirdiğimizde bireyler için bile kimlikler çoğul olarak varlık gösteriyorlar.
Birinci Dünya Savaşı ve hemen sonrasında egemenliğe ve bağımsızlığa sahip olmayan ülkelerin bu mağduriyetlerini gidermesi uluslar arası barışın başlıca çözümü olarak görülmüş ve “ulusların kaderlerini tayin hakkı” temelinde bir kurtuluş yolu öne sürülmüş ve yerleştirilmiştir. Alman romantizmi, Fransa’nın siyasi ve askeri kuvveti karşısında milletleri ve özellikle de Alman milletini kültürlerinin altını çizerek yüceltmiştir. Herder dil vurgusuyla, Hegel devlet vurgusuyla ulusları farklı müstesna organizmalar (Fichte) olarak yek vücut bireyler gibi oturtuyordu dünya sistemine. Dünya kendi çoğulunu milletlerde ve milli sınırlarda arıyordu. Şimdi de dünya çoğulunu her bir ülkenin farklı kategorilerde çeşitlenmiş çoğulluklarında arayabiliyor. Rossewelt tek bir sadakatten yanaydı ve 1916 da “çok dilli bir yatakhane” istemediğini beyan ediyordu. Etnik ve dil farklarını bir tehdit olarak gören bu anlayışla Wilson prensipleri taraftar toplamıştı. Şimdi durum bir hayli farklıdır.
Özellikle soğuk savaşın sonuna doğru hatta 1970lerin ikinci yarısından itibaren çok çeşitlenen mağduriyet alanları ulus devlete meydan okuyan kimlik siyasetlerine yol açmıştır. Bu kimlik siyasetleri kamu alanında varlıklarının meşruiyet kazanması için mücadele etmektedirler . Artık ne ezilen ulus (dünya siyasetinde) ne de işçi sınıfı (iç siyasette) mağduriyetlerin tek nedenidir ya da biricik mağduriyetlerdir. Azınlıklar, göçmenler, alt uluslar, etnik gruplar, farklı inanç grupları, çevre felaketleri sonucu ekolojik kaymalar insan toplulukları için yeni varolma biçimlerini gerekli kılmış ve kimlik kavramı çeşitlenerek tüm mağduriyetleri kapsamaya başlamıştır. Bu nedenle de siyasal faaliyet, siyasal iletişim ve siyasal dil bu kimlikleri de su yüzüne çıkarmak ve bunları siyasal eğitim, ve siyaset teorisi alanına sokmak zorunda kalmıştır. Topluluk hakları da dünya ölçeğinde yeni boyutlar kazanarak yasal düzenlemelere yol açmıştır.
Böylece her ülkenin sosyal ekonomik ve siyasal kültürü çerçevesinde mağduriyetler, yeni muhalefetler yada direnişlere sebep olmuş, topluluk aidiyetleri oluşturmuşlardır; bu aidiyetler genellikle örgütlü toplumsal güçler yaratmıştır. Özelikle Sovyetler Birliği ve Balkanlarda gerçekleşen dağılma etnik çatışmalara da sahne olmuştur. Tüm bu mağduriyet alanları ile birlikte yeni çok katmanlı hiyerarşiler yeni kurulan bağımsız ülkelerle yeni egemenliklerle pek de giderilememiştir. Orta Asya’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Orta Doğuya birçok ülkenin eski usul baskılarla yönetilme şansları kısmen elden gitmiş yeni mağdurlar kendi kimlikleri etrafında bir muhalefet veya direniş yaratmışlardır. Aslında ulus devlet kimliğinin dayattığı baskı genellikle farklı direniş ve muhalefet kimliklerinin yaratılmasına neden olmuştur. Tek dilli, tek etnisiteli, tek inançlı siyasi merkezlere meydan okuma yaygınlık kazanmıştır.
Yasal düzenlemelere de yansımış olan teorik tartışmalara, yeni yöntemlere baktığımızda, bu tartışmalarda “topluluk” kavramı da, artık iç içe geçmiş toplum-birey özlü bir “toplumsal benlik” olarak görülüyor. Böylelikle hem bireyler hem de topluluklar bir karşılıklı bağımlılık ve işbirliği dinamizmi olarak ele alınıyor. Liberalizmin rekabet, muhafazakarlığın hiyerarşi tutkusu teorik düzeyde özellikle dil hakları çerçevesinde sorgulanıyor. Muhafazakar ideolojinin bu bağlamda bir katkısı oldu. Yerleşik geleneklere ve kurulu kimliklere yapılan vurgu sonucu değerlenen topluluk kavramı, bireyi soyut anlamda üstün tutan liberalizm ideolojisi karşısında yeni bir boyut kazandı. Bu katkıdan da yararlanan yeni tartışmalar, azınlık-çoğunluk zıtlığı üzerinden yükselen milliyetçiliği ve soyut rekabetçi bireyselliği aşarak topluluk kavramının yeniden değerlendirilmesine, özel alan kamu alanı yırtılmasının kısmen onarılmasına, iktidar kavramının süreç ve etkileşim olarak yeniden ele alınmasına, “dönüştürücü direniş”, “özgürleştirici siyaset” deyimlerinin anlam kazanmasına yol açtı.
Sosyal kimliklerin neden hep siyasal bir çözüm gerektirdiği sorusunu sorarak “birlik için farklılıklara karşı özenli ve dikkatli olmak lazım “ diyen ve kimlik siyasetleri konusunda yapılan farklı eleştirileri inceleyen Linda Alcoff , etnik ve sınıf dayanışmasının da diğer kimlikler arası dayanışmanın da kesişebileceğini, “…kimlikten uzaklaşan mutlaka siyasal açıdan olgunlaşır ve kamuyu da çok kapsar” diye bir şey olmayabileceğini ileri sürüyor. Bu yorumun mantığı çerçevesinde tabii ki kimlik algısı çoğul yaşantıya kuvvet de katabilir; çoğul sadakatler insanları daha da çok birleştirebilir; kimlikler post-modern savrulmalara karşı bir korunma noktası olarak da değerlendirilebilir.
Aslında tüm kimlik tartışmalarında tek bir ortak ilgi noktası vardır o da kimliklerin kendini kanıtlama ve tanınma dürtüsünün siyasal anlamda eşitliğe kavuşma ve yeniden iktidar ve yetki paylaşımını özendirme dürtüsüyle ne kadar ilgili olduğudur çünkü sadece birinci aşamadaki kimlikten bahsedersek siyasal bir durumdan söz etmiyor oluruz. Nasıl ki tek bir kimlik vurgusuyla yaşamaya çalışan bir bireyin iç dünyasının olgunlaşmasından söz edemezsek, toplumsal kimliklerin birbirleriyle varlık, ağırlık/yetki noktalarında etkileşim içinde geliştiklerini de reddedemeyiz…
Dil ile kimlik arasındaki güçlü bağlantı,
Kollektif ifade özgürlüğü açısından anadili eğitimi, çift dilli eğitim örnekleri
Anadil bu mağduriyetlerin, aynı ulus devlet kuruluş öncesinde olduğu gibi en önemli göstergelerinden biridir. Dil milliyetçiliğinin gerek Balkanlarda gerek Kafkasya’da gerek Anadolu’da ne kadar önemli bir tarihe sahip olduğunu biliyoruz. Cumhuriyetle anadil, tek bir ulusun hakimiyetiyle özdeşleşen tek bir dilin hakimiyeti olarak görülmüştü oysa şimdi hem bireysel hakların hem de topluluk haklarının ifade özgürlüğü ve insan hakları açısından ne kadar tayin edici hale geldiğini biliyoruz. SSCB sosyalist bir federasyon olarak bu çoğul gerçekliğe hak tanımıştı ve bu gelenek hala sürüyor. Daha 1920lerde bu ülkede 114 dilde eğitim yapılıyordu ve 114 dilde eğitim kitapları basılmıştı. Bugün, Özbekistan tamamen bir otoriter rejim olmakla birlikte ülkede üç dil “kardeş diller” olarak yasallaşmış, kabul edilmiştir ve üç dilde ayrı ayrı eğitim yapılmaktadır, bu diller Özbekçe, Rusça ve Karakalpakça’dır. Ayrıca dil ve etnisite örtüşmeleri olan komşu ülkelerin dilinde de % 5 oranında eğitim sürüyor, yani Türkmence, Tacikce, Kazakça ve Kırgızcada. Toplam 7 dilde eğitim yapan Özbekistan otoriter bir rejime sahip. Bir yandan da diktacı bir yönetimle devlet “anadil-devlet dili” şeklinde sürekli propaganda yayın yapmaktadır. Özbekçe Orta Asya’da Türkî diller arasında en gelişmiş, edebiyatı en zengin dillerdendir. Yine de ulus devlet mantığı içinde Özbekçe’nin diğer dillere üstünlüğü vurgulanmakta bir yandan da 7 dilde ayrı ayrı eğitim yapılmaktadır.
UNESCO uzman raporlarında anadile ağırlık vererek çift dilli eğitim yapmanın yararları birçok ülke için kanıtlanmış durumdadır. Bunlar arasında bazı Afrika ülkelerini, özellikle başarısını kanıtlamış Nijerya’yı, Latin Amerika ülkelerinden Bolivya’yı, Asya ülkelerinden ise Hindistan’ı sayabiliriz. Bu ülkelerde ilk birkaç yıl anadil ağırlıklı bir eğitim yapılırken öğrencilerin ikinci dilleri de ders olarak öğretilmektedir. Ana dilde özgüven temin edildikten sonra üçüncü veya dördüncü sınıftan itibaren tamamen çift dilli eğitime devam edilmektedir. Böylece öğrencilerin büyük bir çoğunluğu sadece okuma yazmada değil edebiyatta ve soyutlama düzeyinde yani entelektüel gelişiminde de çift dilli olarak yetişebilmektedir.
Yine Carole Benson’un araştırmasına göre, Bolivya’da ademi merkeziyetçilikler yani yerinden yönetim hamlesiyle anadil ağırlıklı çift dilli eğitim reformu birlikte birbirlerine güç verecek şekilde yürütülmüştür. Merkezden uzak bölgelerde kızların eğitime katılımında artış görülmüştür. Çift dilli eğitim yapan öğretmenlere daha yüksek maaş verilerek onların bu uzak bölgelerdeki randımanı arttırılmıştır. Ayrıca bu olumlu atmosferde yoksul bölgelerde -ki Bolivya genelde yoksul bir ülkedir- öğrencilerin beslenme kalitesinin arttığı da gözlemlenmiştir.
Hindistan ise özel bir durumdur. Bilindiği gibi en fazla farklı dil ve kültür Hindistan’da bulunmaktadır. Ülkenin % 83’ü Hindudur, Hintçe birçok eyalette resmi dildir , ayrıca İngiliz emperyalizmi o ülkeye ikinci dili yani o zaman için bir yabancı dili sosyal/kültürel/siyasal ve tabii resmi olarak yerleştirmiştir. Dolayısıyla bu ülkenin anadil sorunu adeta bir gelişmemişlik sorunu gibi alt kademelerde konu olmaktadır. Ancak birçok konuda olduğu gibi bu konuda da insan hakları doğrultusunda adım atan ülke bazı bölgelerde anadili, Hindu dilini yani en yaygın olan dili ve İngilizceyi bir arada öğretmektedir. Bu konuda da başarı sağlanmıştır. Yine UNESCO uzman araştırmalarına göre, Endonezya Anayasası ise yerel dillerin geliştirilmesini anayasal garanti altına almıştır. Yukarıda saydığımız ülkelerde ve Afrika’nın diğer bazı ülkelerinde çift dilli eğitimin çocukların ana babasının katkılarını arttırdığını ve sosyal siyasal katılımda şevk ve artış kaydedildiğini okuyoruz. Tabii Güney Afrika da bu ülkelerden biridir, ilk beş yıl eğitim anadilinde yapılmakta sonra ise İngilizce, Fransızca ve Portekizce ile birlikte eğitime devam edilmektedir. Aynı şekilde Meksika’da yerel bazı diller İspanyolca ile birlikte öğretilmektedir ve burada da bireylerin özellikle yerel yönetimlere katılımlarında bazı artışlar görülmüştür.
ABD’de Hawai’de yerel güneydoğu Asya kökenli dil daha sadece 15 yıl önce serbest bırakılmıştır. O da bazı insanların resmi yazıları, dilekçeleri kendi anadillerinde yazmasıyla uzun yıllar süren bir mücadele sonucu olmuştur. 1990ların başında başlayan anadili eğitimi ilk yıllarda büyük başarısızlığa uğramıştır çünkü ana babanın İngilizce dışında kendi anadillerini ya hiç bilmedikleri ya da çok ilkel düzeyde bildikleri tespit edilmiştir. Böylece önce ana babalara anadillerinde eğitim verilmeye başlanmıştır.
Sovyetler Birliği’nin çift dilli eğitimde dünyanın en eski ve en tecrübeli ülkesi olduğu bilinmektedir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra tabii bazı temel gelenekler sürmektedir. Her 15 ülke de daha 1989, 1990 yıllarında anadillerini resmi dil olarak egemenlikleriyle birlikte resmileştirmelerine rağmen bu ülkelerin çoğunda hem çift dilli hem de farklı ana dillerde eğitim verilmektedir. Aslında çift dilli eğitimde uzun bir tecrübeye sahip olan ülkeler bunlardır. Tabii çift dilli eğitimin de çok farklı metotları olduğunu biliyoruz. Zaten siyasal olarak ve zihniyet olarak Rusça’nın baskın olarak işlenmesi sonucu ezici bir çoğunluk Rusçayı kolaylıkla birinci iletişim dili olarak kullanmaktadır. Bu noktada Özbekistan dışında Ukrayna’nın bu günkü dil politikası çiftdilli eğitimin özgün bir modeli olarak dikkate değer.
Ukraynalılar 1990ların başından beri Ukrayna dili konusunda çok daha kesin ve keskin tavır almışlardır, Rusça ile Ukraynaca’nın benzerliği yüksek olmasına rağmen bu konuda çok ısrarlı bir çalışma yürütülmüş ve Ukraynaca’nın gelişimi için büyük çaba sarf edilmiştir, hala da edilmektedir. Ülkenin başka bir gerçeği de doğu ve güney illerinde Rusça anadilli insanların hem daha fazla olması hem de Kırım gibi bölgelerde (Tatarca ana dil olduğundan) Rusça’nın Ukraynaca’dan daha yaygın kullanımda bulunmasıdır. Ukraynaca anadili olan insan sayısı kabaca % 60 civarındadır, Ruslar ise 16,5 gibi bir orana sahiptirler. Resmi dil yasaları ise okullarda genelde pozitif karşılanmakta ancak esnek uygulanmaktadır. Bu konuda yapılan özgün bir araştırmanın gayri resmi çift dilli eğitim uygulaması ile ilgili belirlemeleri gerçekten ilginçtir ve kanımca Türkiye için zihin açıcı bir yanı vardır.
Ukrayna, Rusya Federasyonundaki siyasal kültürün tersine daha çoğulcu ve demokratik zihniyete sahip bir ülke bu nedenle de öğrenci ihtiyaçları ile hükümet politikalarını uzlaştırma çabası yoğun. Ayrıca Avrupa kimliğine bazı açılardan daha yatkındır. Bu ülkede dil ve eğitim üzerine yapılan araştırmada ortaya çıkan somut gözlemler arasında öğrencilerin de öğretmenlerin de zaman zaman tek bir dilde kendilerini tam ifade edebilme zorluğu çekmeleri. En ilginç olanı ise doğal iletişimin Rusça sağlanıyor olmasıdır, Rusça adeta kişiselleşmişken Ukraynaca resmi bir konumdadır… ancak hükümet kararları çerçevesinde mesela ödevler Ukraynaca verilmekte ve örneğin Odessa’da hemen hemen gayri resmi çift dilli eğitim uygulanmaktadır. Bazı durumlarda öğretmenlerin bazı kavramların Ukraynaca’sını bilemedikleri, bazı durumlarda öğrencinin zorunlu olarak kendini Rusça ifade edebildiği, bazı durumlarda ise öğrencileri susturma, derse başlama komutlarını verme gibi aradaki kısa konuşmaların çoğunlukla Rusça kullanılarak yapıldığı gözlemlenmiştir. Çift dilli eğitimi inceleyen ve karşılaştırma yapma imkânı da bulmuş olan bilim insanları, eğitim uzmanları UNESCO Raporlarında geçiş dönemlerinde çift dilliliğin önemli bir katkı sağladığını da tespit ediyorlar.
Bazı ülkelerde ise bu çift dillilik gayri resmi olarak çift dilde masal ve hikâye kitapları yayınlayarak bunları derslerde kullanarak uygulanıyor. Ve şu da bir gerçek: çift dillilik ve yerinden yönetim yani ademi merkeziyetçilik ya da yerel özerklik birbirlerini besliyorlar ve siyasal katılımın artmasını teşvik eden unsurlar haline geliyorlar, dolayısıyla meşruiyeti, istikrarı ve güvenliği arttırıcı yararları var.
Bugünkü koşullarda liberal demokrasilerde de dilin bir kimlik olarak yeniden güçlenmesi tamamen siyasetle ya da ulus devlet siyasetiyle bağlı değildir artık; bu hak insan haklarıyla ve topluluk haklarıyla bağlıdır, ve ulus devlet anlayışını sorgulayan çerçevede ele alınması mümkündür. Slovenya’da ve İtalya’da her iki ülke sınırındaki bazı şehirlerde yapılan çift dilli eğitimin de bazı noktalardan başarılı olduğu ancak yer yer yabancı dil statüsündeki İngilizce’ye ilginin ve bazen de başlarının daha görünür olduğu dikkat çekmiştir. Bu konuyu araştıran iki uzman Avrupa Birliği içinde çok kültürlülük ve çoğul dilli eğitimin bu iki ülke sınır kentlerinde entegrasyon sürecine olumlu etkisinin görüldüğünü ancak anadillerin resmi olan ve olmayan statülerinin yer yer sorun yarattığını tespit etmişlerdir. Ayrıca dillerin özendirilmesi ve yabancı dil karşısında değer kazanması için dil kitaplarının daha dikkatli bir entegrasyon mantığı ile yazılması gerektiği sonucuna varmışlardır.
Türkiye anadili eğitimi konusunda çok gerilerde
Dünya Savaşı sonunda Avrupa’da “ulusal azınlık” gruplara kendi dillerini koruma hakkı ulus devlet/alt-etnik grup dengesi açısından yerleştirmeye çalışıldı, ayrıca Lozan Anlaşması çerçevesinde Türkiye’den de bu hakkın verilmesi talep edilmişti. Bu bağlamda gayrimüslim grupların kilise, okul ve vakıf gibi kurumları da teminat altına alınıyordu. Daha sonra Avrupa ülkeleri “azınlık grubu” kavramına yaslanmadan da bölgesel dillerin korunması için yasal değişiklikler yaptılar . 1980’li yıllarda Türkiye gibi “tek dil” savunucusu olan ve “azınlık grup” kavramı nedeniyle önceki anlaşmaları imzalamayan Fransa da bu gelişmeye ayak uydurdu. Artık birçok ülkede çok-dillilik çok-kültürlülük anlayışı çerçevesinde
Türkiye’de 36 dilin konuşulduğunu, bunlardan yarısının hatta biraz daha fazlasının yaşatılıp geliştirilemediğini hatta birçoğunun kaybolmaya yatkın bulunduğunu öğreniyoruz . Yapılan araştırmalar ise eski; hemen hemen 20-30 yıllık. Bu konuda etraflı interdisipliner yeni bir çalışma yok. Türkçe’den sonra en yaygın konuşulan ikinci dil de Kürtçe Kırmançı lehçesi, üstelik bu dilin dışında hiçbir dili bilmeyen/konuşmayan, başka bir deyişle kamu alanında da Kürtçe’den başka bir dil kullanamayan Kürtler, tüm Kürt nüfusunun % 20sini oluşturuyor. Çok kabaca Kırmançi dışında dil konuşmayan 2 milyon insan var, eğer bu lehçeyi konuşanları 10 milyon varsayarsak!. Ne yazık ki ülkemizde anadillerin nüfuslarını tam olarak bilemiyoruz, veriler yok veya eksik ve yanlış.
Bu durumun sosyal, psikolojik, eğitsel ve kültürel yanlarını tek tek irdelememiz mümkün olmasa da, “İki Dil bir Bavul” adlı film durumu ortaya koyuyor. Her yetişkin Kürt’ün yaşamış olduğu bu travma yaklaşık 4-5 yıl sürüyor. Kendi dilini konuşmaması gereken, anadili yasak olan bir temel eğitim altında varolmak! Türkiye’de Kürt olmayan insanlar bu durumu neredeyse hiç bilmiyorlar. Uzaktan bir aykırılık, bir anomali olarak algılanabiliyor.
Bir kültürün varlığını tanımak, kabul etmek, geliştirmek ve toplumun bütünü için bir değer haline getirmek için atılacak ilk ve en somut adım dil siyasetinde demokratikleşmedir. Daha önce de belirtildiği gibi bu hak sadece bireysel bir hak değildir ayrıca bir topluluk hakkıdır, bir halk hakkıdır. Avrupa İnsan hakları sözleşmesinde dilin bir topluluk hakkı olduğu gerçeğinin altı çizilmiştir. Daha önceleri sosyalist Sovyetler Birliği hariç anadili hakkı bir halk hakkı olarak görülmüyor sadece bireysel haklar manzumesi içinde değerlendiriliyordu. Ve ulus devletlerin birçoğu tek dilden resmi dilden devlet dilinden kopamıyor ve bu konuda ayak diriyordu. Türkiye’de de Başbakan’ın çok yakın bir süre önce Türkçe’den başka herhangi bir dilde eğitim olmasının söz konusu bile olmadığını söylemesi bu tekçi inkârcı zihniyetin kuvvetle sürdüğünü göstermektedir. Aynı Başbakan Almanya’da Türk okullarının açılmasının arkasında duruyor hatta açıkça insanların ana dillerinde eğitim görmesinin her açıdan önemini vurguluyor ama aynı anlayışı kendi ülkelerinde yaşayan Kürtler için düşünemiyor ve bu konuda hiç bir şey yapmıyor. Kürtçe anadili eğitiminin Türkiye’de mümkün olmadığını da belirtiyor. Demokratik ülke tavrını yabancı ülkeye telkin eden Başbakan demokratik olmayan ülke tavrını Türkiye’ye empoze ediyor.
Diğer tüm diller için de bu sorun önemlidir. Topluluk kimliğini vurgulamış olsunlar ya da olmasınlar bu halklar büyük sıkıntıyı yaşıyorlar. Ya da anadillerinin Türkçe olduğuna kendilerini inandırmak isteyen bazı anneler bu travmayı yeni nesil için geçici olarak dondurmuş oluyorlar. Dil ile birlikte sevinçler, hüzünler de şekil değiştiriyor, derinlik kaybediyor ya da farklı bir “derinliğe” aday oluyor, topluluk kültürünü sosyal, siyasal olarak vurgulamadıysa bu adaylığı bazen başarabildiğine inanıyor. Bireysel yaşanmışlıklar toplumsal yaşanmışlıklarla temas kuramadıkça, dinamik, katılımcı bir biçimde farklı kimliklerin paylaşılması güçtür. Anadili bu açıdan çok tayin edici bir kimlik yapıştırıcısıdır; zaten tamamen bu nedenle tek dil vurgusu ulus devlet birliğinin ve bütünlüğünün ana seferberlik noktası olmuştur. Bu yanlış, hatalı zihniyet eşit katılımı engellemekle kalmamış, sosyal ve ekonomik statülerle aşılması her geçen gün zorlaşan hiyerarşiler yaratmıştır.
Ne var ki bireysel yaşama deneyimleri anadilin iyice öğretilmesinin belkemiği ve şahsiyet oluşumundaki önemini bilimsel olarak kanıtlamıştır. Anadilini iyi bilmeyenin farklı başka dili iyi öğrenemediği çok açıktır. Dolayısıyla bu anlamdaki entegrasyon kaygandır. Farklı farklı dillerle birlikte yaşamaya alışmak nitelikli çağdaş toplum yaratılmasını kolaylaştıracaktır. Benzerlikleri dilde, inançta, yeme içme ve diğer kültürel alışkanlıklarda değil insanlıkta, adalette, eşitlikte, hoşgörüde, misafirperverlikte, dürüstlükte, samimiyette ve daha binlerce onurlu yaşam değerlerinde aramak kesinlikle daha yerinde ve pratik olabilir. Niyete, iradeye ve hedefe bağlı olarak….. Niyet, irade ve hedef de kapsayıcı olarak hayata geçirilmeye çalışıldığında bu uğraş genellikle siyasal anlamlar yüklenir.
Kürtçe’nin bugün yaşadığı sorun alanları kabaca şöyle:
1. Kültürel aidiyeti ifade aracı olarak Kürtçe – anadilin savunması için, “ben varım” demek için, “kültürüm farklı” demek için “ana dilini devlet diliyle yok etmeyin” demek; “okul dili”nin çocuklarda ve annelerde yarattığı yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için; mutfağa, eve, mahalleye kapanan bir dili kurtarmak için… vurgulanır. Evinde Kürtçe ders veren 10-11 yaşlarındaki kız çocuk bence bu kültürel hakkın ihlaline karşı bir tepkinin en sade/açık bir ifadesidir . Kültürel aidiyet aracı olarak dilin peşine düşmek bir onur mücadelesidir, ve esas olarak bireysel tecrübelerle açığa çıkmaktadır ama bir topluluğa işaret etmektedir.
2. Toplumsal hizmetten eşit yararlanabilmek için Kürtçe Özellikle hak ihlalleri durumunda, sağlık, savunma ve avukatlık hizmetleri çerçevesinde resmi dili bilmeyen veya kendi lehine kullanabilecek kadar bilmeyen Kürtlerin bu hizmetlerden yararlanmasını sağlamak gerekmektedir. Sağlıkla ilgili şikayetler karşısında, teşhisin konabilmesi veya tedavinin iyice açıklanabilmesi için doktorla hasta arasında dil yüzünden tam olarak kurulamayan ilişkiler hizmet eksikliği açısından önemli bir mağduriyettir. Ayrıca yer ismi değişikliklerinden dolayı tapu veraset konularındaki mağduriyetler, bu dilde yani Kürtçe’de resmi düzeyde hizmet verilmesini gerektirmektedir. Bu hizmetler de mağdur olan bireyleri mağduriyetten kurtarmak niyetiyle verilmelidir. Niyet çok önemlidir ve göstermelik tedbirler vatandaşlık onurunu koruyamaz, dolayısıyla anayasal vatandaşlık gerçekleşemez.
Bütün bu mağduriyetler tek tek yada gruplar halinde tasnif edilip sıralandığında Kürtçe kullanmanın ve bu dilde hizmet görmenin bu dilde eğitim almanın bir bireysel hak olabilmesi için önce bir toplumsal sorun olarak tanınmasını gerektiriyor. Tüm mağduriyetler, haksızlıklar ve ezilme, horlanma topluluğa yöneliktir çünkü Kürtçe bir halkın yani bir topluluğun dilidir sadece tek tek bireylerin dili değildir. Ve hizmet talebi, Kürt olan topluluk/halktan gelmektedir, nedeni ise uzun süreli hizmet yoksunluğu ve eksikliğidir. Kısaca vatandaşlık açısından eşitsizliği gösterir.
3. İfade özgürlüğünün altyapısını sağlamak için Kürtçe: dilbilim ve edebiyat öğrenimi, anadil öğrenimi, ve anadilde eğitim – Gerek birey olarak gerekse kolektif olarak özgürlüğü kullanabilmek için özgürlüğün konusu hakkında bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Yok sayılan ve resmi söylemde çeşitli ifadelerle (“Türkçe’nin bozuk hali”, “Türkçe olmayan dil” veya “yerel dil”) adını anmaktan imtina edilen bu dilin, Kürtçe’nin dilbilim olarak, dil ve edebiyat bilgisi ve tarihi olarak üniversite düzeyinde işlenmesi ve geliştirilmesi, Türkiye’nin de 2000’lerin başında imzaladığı Siyasal ve Sivil Haklar-Ekonomik ve Toplumsal Haklar ikiz sözleşmesi dil haklarının yükümlülüklerini yerine getirme çerçevesinde de zorunludur. Kürdoloji bilim dalı altında tarihi, antropolojik, kültürel ve sosyolojik özellikler derinlemesine incelenmelidir. Eğer Kürdoloji enstitüleri veya Fen Edebiyat Fakülteleri içindeki Kürt Dili Edebiyatı Bölümleri olmazsa dünyanın birçok ülkesinde varolan bu bilim alanı evrensel olarak Türkiye içinde bir bilim dalı olarak kabul görmüyor demektir ve dolayısıyla bireyler için yasada varolsa bile özgürlüğün altyapısına veya muhtevasına engel olunduğu anlamı taşır.
4. Siyasal katılım/ifade/eleştiri/propaganda aracı olarak Kürtçe En az açılım ise bu noktada gözleniyor. Zaten siyasi parti kanunu Türkçe’den başka dilleri yasaklıyor, eleştiri ve propaganda da dolayısıyla yapılamıyor. Deneyenler cezalandırılıyor ve baskıcı siyasi parti geleneklerini bozmamak için -aynı % 10 barajı gibi- Türkiye’de yaygın bir topluluğun özgün gereksinimlerini ifade eden siyasi görüşleri açıklamanın Kürtçe’si de yasaklanmış oluyor. Bu durum en çok yerel yönetimlerin ademi merkezileşme sürecini olumsuz etkiliyor. Aynı zamanda, diğer dillerin ve bölgesel yöresel kültürel ifadelerin de önünü kesiyor. Türkiye’nin tüm bu doğal insanı gereksinimleri Terörle Mücadele Yasası nın içine hapsedilerek görmezden geliniyor.
Siyasal anlamda ayrıca bir başka tuhaf uygulama daha vardır. O da, iktidar alanında veya seçkinler arasında olan Türklere, Kürtçe propaganda yasağının olmaması, muhalefet alanındaki Kürt siyasetçilere ve aydın/sanatçılara ise bu yasağın sık sık uygulanıyor olmasıdır. Siyaseten Türklere serbest, Kürtlere yasak olan Kürtçe birçok davalara konu olmuştur.
Toplumsal Güvenlik anadili eğitimi ile ilgilidir
Gündelik ortamda insanların ve toplumların kendilerini tehlikesiz konumda hissetmeleri güvenlik alanının en büyük hedefi olmak gerekir ancak uluslar arası ilişkilerde II. Dünya Savaşı sonrası güvenlik, genellikle caydırma, sınırlama ve her ikisinde de askeri kuvvetleri arttırarak veya teknolojisini yükselterek korkutma yoluyla temin edilmiş ya da bu yöntem esas çare olarak görülmüştür. Askeri tüm güçler uluslar arası ilişkilerde ekonomiden de yararlanarak çok yaygın bir biçimde kullanılmıştır. Güvenlik çalışmaları, siyaset bilimi ve uluslar arası ilişkiler alanlarındaki tartışma ve değişimler, özellikle soğuk savaş bitimine doğru ve 1990larda bir gelişme göstermiştir. Yine ulus devlet çerçevesinde şekillenen askeri güvenlik anlayışının dar olduğu ve güvenlik kapsamının genişletilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur . Böylelikle toplumsal güvenlik, bireysel güvenlik, kültürel güvenlik daha fazla kullanılır deyimler haline gelmiştir.
Bu gelişmenin kapsamı şu alanlara yayılmıştır:
Çevresel güvenlik – Bu konuda duyarlılığın artmasıyla ve önemli çevre felaketlerinin yaşanmasıyla birlikte geleneksel güvenlik bu konuyu da ele almak zorunda olmuştur. Çevre tehditleri ülke dışı düşman veya ülke içi tehditlerden çok daha yavaş bir gelişme göstermesine rağmen bazen daha da tehlikeli olabilmektedir. Bunlar arasında iklim değişikliği, tarım alanlarının, ormanların ve tatlı su kaynaklarının azalmasının yol açtığı çatışma ve tehlikeleri sayabiliriz
Etnik çatışmalar ortaya çıktıkça geleneksel anlamdaki ülke dışı tehditler ve onlara karşı askeri hazırlık ülke içine doğru kaymıştır. İç güvenlik önemli bir konu haline gelmiştir. Bu durum son otuz yılda dünyanın birçok yöresinde görülmüştür. Bize yakın olanlar Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve tabii bu bölgeler çerçevesinde de Türkiyedir.
Toplu göçler de güvenlik tartışmalarının kapsam alanını genişletmesine neden olmuştur. Dünyada nüfus hareketleri hem artmıştır hem de sebepleri açısından çok çeşitlenmiştir. Bu durum birçok devletin güvenlik tedbiri almasına yol açmaktadır. AB de ABD de bu konuda gerek yasal gerekse duvar örme gibi fiziki tedbirler alıyorlar. Sebepleri üzerinde yapılan çalışmalar artmakla birlikte devlet tedbirlerinde daha çok önleyici yan ağır basıyor.
Son olarak da güvenlik anlayışının içine ekonomik ve toplumsal olanları koyabiliriz. Bu tasnif altındaki bütün krizler ülkelerin bir güvenlik sorunu haline gelmektedir. Ayrıca bu saydığımız güvenlik kapsamı genişlemesi içindeki her bir başlığın birbirleriyle bağlantılı olduğu da unutulmamalıdır: Susuzluk-işsizlik-göç gibi bu tür bir bağlantıya örnek oluşturur.
Ayrıca insan haklarının kadınlara ve çocuklara daha kapsamlı bir biçimde yaygınlaşması ve ayrıntılı hale getirilmesi de bireysel güvenlik anlayışında bir kapsam genişlemesi yaratmış, başta da sözünü ettiğimiz bireysel ve toplumsal kimlik kurulan dinamik etkileşimle yer yer daha derin bir güvenlik düşüncesinin gerekliliğini düşündürmektedir.
Etnik açıdan, toplumsal açıdan, kültürel ve demografik açıdan anadilin iyi bilinmesi ve gerek özel gerekse kamu alanında rahatça kullanımda olabilmesi de bu bağlantılı yeni güvenlik anlayışına bir örnektir. İster göçmen olsun isterse bir ülke içinde etnik bir grup olsun anadili eğitimi almamış onu geliştirememiş topluluklar/halklar siyasal sistemler için her zaman bir iç güvenlik konusu oluşturmasalar da fiili eşitsizlik nedeniyle bir sorun odağı haline gelirler. Ve daha önce ele aldığımız kimlik tanımları ve tartışmaları çerçevesinde siyasal alanı zorlamak durumunda kalırlar.
Toplumsal adalet gereği bireylerin özgürlüklerini tam anlamıyla kullanabilmeleri için anadillerinin, bilgi ve birikimle beslenmesi gerekmektedir ki bu da demokratik toplumlarda devletin sorumlulukları arasında kabul edilmiştir. Bu hak engellendiğinde ve görmezden gelindiğinde bir anadili savunmak ve yaşatmak ihtiyacı güçlü bir topluluk hakkı ihlali olduğuna işaret eder. Resmi olan dilin milli projelerle kuvvetlendirilmiş oluşu karşısında resmi olmayan anadilin etnik çıkarları doğrultusunda bir “milli yarar” söz konusu olur ve siyasal ifade olarak dil milliyetçiliği dilin geliştirilip yaşatılmasının önüne geçen bir hedef halini alır.
Oysa bugün dillerin hem bilimsel hem de toplumsal olarak bir temel kültürel eşitlik ve özgürlük alanı olduğunu ve ülkelerin toplumlarının çoğul yapısının varolan bütün dillerle işlenmesi ve geliştirilmesi gerekliliği vardır. Daha önce de işaret edildiği gibi bu toplumsal hak dünyanın birçok yerinde de yasallaşmıştır, hatta Türkiye de gerek AB çerçevesinde gerekse Birleşmiş Milletler çerçevesinde bu uluslar arası bildirgeleri imzalamıştır.
İfade özgürlüğünün bir insan hakkı olarak vardığı boyut dil milliyetçiliğinin ötesinde ele alınması gereken bir topluluk hakkıdır. Artık “milli yarar” yerine toplumsal yararın, “milli eğitim” yerine eğitim ve bilim bakanlıklarının ülkemizde de hem zihniyet olarak hem de fiili olarak yerleşmesi gerekiyor. Tabii bu doğrultuda “milli güvenlik” alanının da bireysel ve kolektif güvenlik alanı olarak algılanması gerekiyor. Çünkü bu büyük sorunun ardındaki ana neden ulus devlet vurgusunun Türklüğün ve Türkçe’nin diğer ulus ve toplulukların aleyhine kullanılmış olmasıdır. Sebep de sonuç gibi tamamen bir topluluğun aidiyetini vurgulayan, açık ve nesnel olan anadil alanıdır.
Özellikle dil konusunun güvenlikle, yeni kapsamlı güvenlik anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Bilimsel açıdan, psikolojik açıdan anadilini iyi öğrenmeyen insanların diğer dilleri de iyi öğrenemediği, hiç birini iyi oturtamadığı, hele milli kimlik baskısıyla tek dile zorlanan etnik grupların siyasal katılım ve kişisel özgüven açısından sorunlu olduğu bilinmektedir. Böylece katılım ve temsil adaleti de sakatlanmaktadır.
Bunu bize en son olarak en yalın haliyle anlatan İki Dil bir Bavul filmidir. Tüm Kürt çocuklarının çok iyi bildiği bu travmalı başlangıçların nasıl bir öfke yarattığını Kürt olmayan çocuklar bilmemektedir. Kürt olmayanların ana babaları ise sık sık onların analarından Türkçe öğrendiklerini düşünmektedir çünkü bir yüzyıla yakın bir süre Kürtçe diye bir dil olmadığı iddia edilmiş, 1990larda kişisel kullanım ise şartlı olarak serbest bırakılmış, günümüzde dahi birçok kişi bireysel kullanım açısından dahi soruşturulmuş hatta kamu haklarından ve siyasi haklarından yoksun bırakılmıştır.
UNESCO raporunda da altı çizildiği gibi anadilinde eğitim yapılmasının pedagojik ve sosyal yararları bilimsel olarak tespit edilmiştir. Bunları kabaca şöyle sıralayabiliriz:
• öğrencinin arkadaşlarıyla ve öğretmeni ile daha kolay iletişim kurabildiği,
• dili öğrenme ve kullanma konusunda hevesin artması, okula ve derse devamın arttığı,
• bazı geleneksel yörelerde kız çocuklarının eğitime katılımının da arttığı,
• özgüven geliştirmesinin daha randımanlı olduğu ve dilde gelişme sağlandığı,
• sonuç olarak soyut düşünebilme yetilerini daha hızlı kazanabildiği,
• yerel yönetimlere katılımın arttığı belirlenmiştir.
Türkiye’de resmi olarak bu ihtiyacın algılanmadığı çok açıktır . Bunun nedeni tamamen siyasidir, ama neden? Çünkü eğitim sistemi ulus devletlerin uluslaşma ve tekleşme konusundaki en yaygın ve kuvvetli propaganda ve zihinsel tutum yaratma alanıdır. Ancak bu böyle olduğu için karar alıcıların dışındaki büyük bir kitle Türkçe dışındaki anadillerde eğitimin gerekliliğini anlayamaz. Bu algıya kapalı olmasının nedeni de gördüğü eğitim sistemidir ve tek dilin doğal olduğuna inandırılmış olmasıdır. Dolayısıyla Kürtlerin demokrasi mücadelesi içinde gelişen anadili eğitimi hakkı taleplerinin karşılanması sürecinde, Kürt olmayan bu geniş kitlenin eşitsizlik konusunda bilinçlendirilmesi ve özellikle dil alanındaki eşitsizliğin bireylerin katılımını doğrudan negatif yönde etkilediği anlatılmalıdır. Çünkü sosyal ve siyasal alanda eşit duramayan bireyler yetiştirmek demokratik bir ülkenin gelişimine ciddi bir tehdit oluşturur.
Gerçekleri gizlemek güvenlik için en büyük tehlikedir. 36 dilli Anadolu topraklarının demokratikleşme sorunu siyasal katılım sorunudur aynı zamanda ve güvenli ve tehlikesiz yani travmasız ve öfkesiz/şiddetsiz bir katılım olamaması sorunudur. Kısaca AB uyumu için gerekli olan basit bir mevzuat sorunu değildir ve sadece öyle görülemez. Güvenli siyasal katılımın önemi pek çok ülkenin yaşadığı acı tecrübeler sonucunda önemli bir yasal çerçeve yaratmıştır, bu sorunlar bazen birbirine benzer biçimde yaşanmıştır, anadil konusundaki sorunlar evrenseldir; tüm bu saydıklarımız gerçeklerin ifadesidir. Ancak niyet ve uygulama yereldir ve planlama ve programlama özgündür. İşte bireysel kimlikle toplumsal kimliğin yakınlaşması gereken belkemiği bu adalet noktasıdır.
Çağımızda “şahsiyetli iç politika” ancak adalet, bireysel haklar ile topluluk haklarının birleşerek ulaştığı noktada uygulanırsa olabilir. O zaman dış politika sorunları da azalacaktır. Örneğin Almanya’da Türkçe anadilinde eğitim yapan okulların açılmasını istemek, kendi anadili eğitimi hakkı olmayan vatandaşlarımız gözünde de meşru bir gerçeklik kazanacak, tüm vatandaşlarımız çifte standardın yarattığı güvensiz ortamdan kurtulacak, çoğul kimliklerin hakları çağdaş bir tutarlılıkla yerine getirilmiş olacaktır.
En güzeli de yerel düzeyde ikinci bir anadilini öğrenmek arzusu kolaylıkla artacaktır.
Kaynaklar
Jonathan Friedman, “The Past in the Future History and Politics of Identity” American Anthropologist Cilt 94, sayı 4, 1992, s. 837-859.
Bhikru Parekh, “Logic of Identity”, Politics, Philosophy Economics 2009; 8: 267, s. 276. Bu makale tekli ve çoklu kimliklerin gerek bireysel düzeyde gerekse toplumsal düzeyde nasıl daha geniş bir hayat felsefesi yaratabildiği konusunu ele almaktadır. Yazara gore tekli durumlardaki insanlar ve toplumlar ise o tek kimlik tarafından köleleştirilirler. S. 277.
Liz Bondi “Locating Identity Politics”, The Place and the Politics of Identity (eds. Micheal Keith and Steve Pile), London, 1993, s. 83-102, s. 97. (R. Blunt, 1989 s. 151)
B. Ersanlı ve G. G. Özdoğan “İkinci Baskıya Önsöz”, Ernest Gellner, John Breuilly’nin sunuşuyla Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayın, 2008, s. 9-15.
Nesrin Uçarlar araştırmasında bu teorik açılım ile dil haklarının yorumundaki sıçrama noktasını etraflıca ele almaktadır. Between Majority Power and Minority Resistance: Kurdish Linguistic Rights in Turkey, Lund, İsveç 2009, Chapters I and II, özellikle s 48-62.
Linda Martin-Alcoff, “The Political Critique of Identity”, Visible Identities: Race, Gender and the Self, 2005.) adlı makalesinde meseleye daha felsefi açıdan yaklaşıyor.
Büşra Ersanlı, “İnsan Güvenliği ve Konforu Açısından Anadil Eğitimi: Sovyet Deneyimi”, Avrupa Birliği Sürecinde Dil Hakları, (Yayına hazırlayan Ebru Uzpeder), Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını, Istanbul, 2003, s. 29-34.
Birgit N. Schlyter, “Language Reform and Language Status in Multilingual Uzbekistan” Research Report No. 13, April 2007, Department of Oriental Languages & Department of Political Science, Stockholm University, 2007, s. 16-18 ve 22.
Carole Benson, “The Importance of mother tongue-based schooling for educational quality” Paper commisioned for the EFA Global Monitoring Report, the Quality İmperative, UNESCO, 2005.
Anadilin Önemi Anadilinde Eğitim, Eğitimsen Yayınları, Ankara, 2010.
Abel Polese, “The Formal and The Informal: Exploring “Ukranian” Education in Ukraine, Scenes from Odessa”, Comparative Education, 46: 1, s. 47-62. Online publication 15 Şubat 2010.
Aynı yerde.
Lucija Cok, Susana Pertot, “Bilingual Education in the ethnically mixed areas along the Slovene-Italian border”, Comparative Education, 2010, V 46, Issue 1, 63-78, özellikle 74 v4 76. sayfalar.
Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan, “Ulus Devlet, Çok-Dillilik Açılımı, Avrupa Kriterleri ve Türkiye’nin Durumu”, YÖK’ün talebi üzerine 9 Eylül 2009’da yazdığı rapor’dan, Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler Bölümü.
Gazeteler ve bianet.org , 21 Şubat 2009.
Bianet.org, 29 Mart 2010.
Diyarbakır’da Sur Belediyesinin “Her Eve Bir Hikaye” projesinden ilham alarak evinin bir odasında arkadaşlarına Kürtçe dersler veren küçük kız ve Sur Belediye Başkanı soruşturma konusu oldu. Haberi için Erol Önderoğlu, “Belediye Başkanı Evinde Kürtçe Ders Veren Çocuğu Savundu”, bianet.org, 31. 08. 2009.
Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan, adı geçen rapor.
1991 yılında çıkarılan bu yasa 2006 yılında bugünkü açılım sahibi AKP hükümeti tarafından ağırlaştırılmıştır.
İbrahim Mazlum, “Soğuk Savaş Sonrasında Değişen Güvenlik Kavramı” (Ulusal Sosyal Bilimler Kongresine sunulan bildiri, 17-19 Kasım 1999).
MB7-702
Carole Benson, a.g.y.
Büşra Ersanlı, “Kürtçe: Hak, Hizmet, Paket” 14 Mart 2008., bianet.org, Anadiller, Kürtçe.
Büşra Ersanlı, “Tarihçilik, Geçicilik ve Güvenlik”, Muhafazakar Düşünce Yıl 2 sayı 7, Kış 2006, s. 55-66.