KCK operasyonları kapsamında tutuklanan Prof. Dr. Büşra Ersanlı, tutuklandığı günden, dışarıya çıkığı güne kadar yaşadığı süreci Bulut Falı adlı kitapta topladı. Ersanlı cezaevinde tuttuğu günlükleri kendisine gelen yüzlerce mektupla birleştirdi. O dönemi hem kişisel hem de dönemin atmosferiyle anlatan Ersanlı, sadece kendi tarihini değil bir dönemi, resmî kayıtlara geçmeyen yönleriyle de ele alıyor. Resmî kayıtlara geçen tarihi tekzip eden ve bu sancılı süreci olabildiğince akıcı ve farklı bir cezaevi anısına dönüştüren Ersanlı ile Bulut Falı’nı konuştuk.
Kitapta da ilk olarak şuna dikkat çekiyorsunuz; Türk, profesör ve bir kadın olmanız size karşı garip bir önyargı oluşturuyor. Özellikle hükümet yetkilileriyle gerçekleştiğiniz Anayasa Komisyonu toplantısında da BDP’de oluşunuzdan dolayı bu önyargıyı çok fazla hissettiğinizi söylüyorsunuz. Peki, bu süreç boyunca, KCK operasyonlarında tutuklandınız, bir BDP’lisiniz ve bu süreçte bu algıyı kırdınız mı?
Bu algı her zaman vardı fakat bu kadar yaygın değildi tabii. Yani algı sol kesimde olan farklı alternatif idealleri olan eleştiri yapan insanlara karşı zaten her zaman vardı. Geçmişte sosyalist olduğum için de vardı. Fakat bu şekilde misal Anayasa Komisyonu’nda yüz yüze gelmek bence çok rahatsız etti onları. Yani “bizim üniversitemiz”in bir elemanı nasıl olur da karşımızda olur gibi. Ben öyle algıladım tahmin ediyorum. Türkiye’de bilim özgürlüğü algısı maalesef olmadığı için devlet üniversitelerinie hatta vakıf üniversitelerinie bile devlete ve hükümete hizmet etmesi gereken kurumlar olarak görüyorlar yerler olarak bakılıyor. Hem devlet üniversitesinde çalışıyor, hem bir kadın, hem de Kürt değil; bu kadarı fazla duygusuyla yaklaşıyorlar gözüyle bakıyorlar. Çünkü Türkiye’de maalesef insanların seçimlerine, düşüncelerine alternatif ideallerine saygı yok. Hiçbir zaman da olmadı, şimdi daha da çok yok, çünkü daha zenginleşmiş bir otoriterlik var.
Peki, içeriye girdiğiniz süreçte günlük tutmaya hemen başlamış mıydınız?
Hayır, başlamamıştım. Ablam önerdi ve 1 Ocak 2012’de başladım. Fakat başlarken de Eylül-Ekim aylarını kısa kısa kendime hatırlatmak için toparladım. Yani şöyle bir 10 sayfa kadar da öncesini yazdım. Sonra 60-65 sayfa kadar da günlüklere kısa kısa devam ettim. Hatta bazı günlerde tek bir satır yazdım.
Akademik dili çok iyi bilen bir insan olarak günlük yazımı sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Kısa kısa günlük tutma alışkanlığım vardı ama çok kısa, onu daha böyle akıcı rahat okunacak ama aynı zamanda edebi bir metin olmasını çok arzu ederdim tabii. Böyle bir tecrübem yok, akademik dil deyince, akademik dili ben elitist bir anlamda hiç benimsemedim zaten, Yani ben basit yazmaya çalıştım hep. En genç dönemlerimde bile basit olmayan çok kavram yüklü yazımları çok zorlukla yapabiliyordum. Onun için meselenin özünü duru bir şekilde anlatmaya uğraştım den hareketle hep basit yapmaya çalışmıştım.
Kitap günlüklerin yanı sıra mektuplardan da oluşuyor. Nasıl bir duygu yüzlerce destek mektubu almak?
Çok güzel bir duygu, bu Kürt muhalif hareketinin hareketin gerçekten Türkiye için bir demokrasi umudu olduğunu gösteriyor bu. Çünkü o insanlar seninle bu durumu paylaşmak istiyor, dayanışmak için. Ben de zaten paylaşmak istediğim için kitabı bu şekilde kurguladım. Yani ilk önce itirazlar oldu bu kadar çok mektubu koyarsan bu kitabı okumak sıkıcı olabilir diye. O yüzden bazılarını seçtim. Binden fazla mektup vardı çünkü, onların belki 100-150’sini dışarıda bıraktımelemine ederek sectim.Ben o yılı nasıl paylaşabildiğimi anlatmak için yazdım. İnsanlarla nasıl paylaşabildiğimi, onların da benimle nasıl paylaştığını yazmak istedim. Yani tamamen benim olabilecek bir şekilde yazmadım. Zaten öyle bir kuvvetli edebi yönüm de yok. Paylaşmak için yazdım, bilinsin kaydedilsin diye…
Eğlenceli bir dile de dönüştürmüşsünüz bir bakıma bunu yaparak.
Siyaseti hafifletmek çok önemli bir şey, çünkü siyasetin hayatımıza gelişini girişini çok da ağırlaştırıyorlar. Aslında siyaset yapmıyorlar çünkü insan haklarının evrensel temel ilkelerini sağlamadan siyaset yapmak bence mümkün değil artık. Yani Hiçbir zaman değildi ama şimdi hiç değil.
Kişisel tarihinizi anlatırken, siz içerde bir tarih anlatımı yapıyorsunuz, içerdeki hapishane koşullarını, bir taraftan dışarıda da tarih bir şekilde medya tarafından ve devlet tarafından yazılıyor. Mesela sizin en çok yakındığınız şeylerden biri de özellikle, medyanın çarpıtması. Evinizden alınışınızdan tutun da ünvanınıza kadar her şey. Misal medyada hukuk profesörü oldunuz, siyaset bilimciyken…
Medyanın bu türlü saldırılarda bulunduğunu, biliyordum ideolojik ayrışma daha sonra da şimdi çok daha yaygın olan düşmanlaştırma, nefret söylemi devam ediyorolduğunu her zaman biliyordum. Dediğim son on yılda iyice yükselen ki zaten vardı. Benim için de bu nefret çok sivri oldu:Fakat şimdi tabii şöyle bir şey var, sürekli pasifist olan, barış isteyen ve kendi yaşamı da öyle olan, insanlarla kavga etme alışkanlığı dahi olmayan bir insanın, PKK – KONGRA GEL örgütü üyesi ve sonradan da yöneticisi olarak anlatımı! Bu anlatımı yapılırkenarken de fikirlerle de yapılmadı. Molotofkokteyli sokak çatışmaları içeren arşiv filmlerini gösterip üzerine benim kimliğimi koydu televizyonlar. Yani çok ürkütücü boyutlara taşıdılar işi, hatta bazıları İmralı’ya giden gemiyle bağlantı kurmak istedi. Herkes bir şey attı, biz bunu acaba gerçekten terör düzeyine lafla taşır mıyız diye. Ama lafla peynir gemisi yürümüyor. Muvaffak olamadılar. O zaman da beni çok şaşırttı bu nefret derecesi, fakat açık söylemem gerekir ki üzmedi. Çünkü ben Türkiye’deki bu faşizme yatkın olan zihniyeti siyaseti görebiliyorum, genç yaşımdan beri karşılaşmış olduğum bir şey bu…
Daha önce de hapise girdiniz… Önceki hapisane anılarınızla bunları karşılaştırdığınızda nasıl bir şey çıkıyor ortaya? Böyle bir benzerlik ya da?
Önceki hapisane ortamı, Ankara’da Dışkapı’daydı ve gecekonduya bakıyordu, tabiat da vardı. Yürüdüğümüz yer, yani havalaandırmamız tel örgülerle çevriliydi,de etrafı çimenlier olan bir yerdi. İçerideki koşullar daha zordu çünkü orası bir ahırmış eskiden. Onun için ısınması vs çok zor oluyordu. Yemekten taşlar falan çıkabiliyordu, televizyon yoktu.
Orada ne kadar kaldınız?
Orada iki sene dört ay kaldım. Ama arkadaşlarımla dayanışma vardı. Ve ben çok iyimser bir insanım. Öyle mahvoldum havasına kolay kolay girmem, şiddet olmadıkça. O zaman işkence de uygulanmıştı üstelik ona rağmen çabuk atlattım.
Peki bu Bulut Falı ismi nereden geliyor?
Bir tek beton görüyorduk, bir de gökyüzü. Tabii ilk girdiğim zamanlar ilk altı ayda kış ortamı olduğu için, o gökyüzünde bulutları görmek ve ondan sonra bulutların hareketini izlemek…
Bütün bunları düşünmek için olanağım vardı. Yani İşin ürkütücü yanı da var karanlık bulutlar olduğu zaman. Ki medya da yargı da bize öyle yaklaşıyordu ama sevimli şekilli ve hareketli olan yanı da var. Mesela hava ve bulutlar karanlık oldukları zamanlar oradan bir kuş geçiyordu o bulutları kırıyordu, o zaman çok seviniyordum. Oradan geldi aklıma. Ama bulut bulut falı bakmak diye bir şey de varmış.
Peki, nasıldı cezaevinde günler, yine siyasi kadın tutuklularla birlikteydiniz?
Çoğu BDP’liydi zaten olmayanını da ben bilmiyorum ama belki vardır. Benim koğuşumdakiler BDP’liydi ve 22 ile 29 arasında değişiyordu sayımız. Giden gelen oluyordu. Aslında giden pek olmuyordu son mayıs ayına kadar ama koğuş değiştirmeler oluyordu, bazıları yakın arkadaşlarının yanına gitmek istiyordu. Hepsi ifade özgürlüğünden tutuklanmış bir düşmanlaştırma kapsamında rehin alınmış kadınlardı. Çoğu da gençti zaten.
Orada da yine ders veriyordunuz zaten değil mi?
Veriyordum üniversitede verdiğim dersilerin aynısını de. İlk önce federasyon üzerine ders verdim. Federalizmyon , üniter devlet ve konfederalizm, bunlar nedir diye. Onu iki üç hafta yaptıktan sonra KADER için bir meslektaşımla birlikte yazdığımız yazdığım “Her yerde her zaman siyaset” adlı kadın bakış açısıyla siyaset bilimine giriş , Türkiye’de siyasal sistem ve kitle diye onu yaptım O bittikten sonra da “siyasi ideolojiler” dersi yaptık.
Nasıl dahil oldunuz Kürt hareketine?
Bu tamamen kadın hareketiyle ilgili bir şey. KADER’in yöneticisi olmam, derslere gitmem sayesinde tanıştım bu siyasi hareketteki kadınlarla. 2001-2002 yıllarında daha çok. Ama bu benim hayatımın bir ilki değil. Tabii ki daha önceki süreçte de yine devrimciydim, yine sosyalisttim. Zaten Kürt mücadelesi vardı, o arkadaşlara da yakındım. Fakat bu kadın hareketindeki gelişmeyi bizzat 2000’in başlarından itibaren izleme imkânım oldu. Oradan dolayı, Partiye girme hevesim yoktu benim aslında, partili olma, partili olarak öne çıkma gibi bir hevesim yoktu. Fakat çok haklı gördüm bu siyasi geleneği ve Türkiye’deki tıkanma için tek bir umut olarak değerlendirdim gördüm. Ve Anayasa Komisyonunda karşımda oturan hükümet üyelerinin tam tersine Aslında özgürlük pek tanımayan devlet erkanının artık bu son noktada, bir öğretim üyesi olmuş, kendisi bir şekilde çalışıp bazı eserler vermiş birinin de böyle bir tercih yapabildiğinitığını görmesini de istedim. Onun için girdim. Onlarınkinin tam tersine düşündüm. Bu yaklaşımın barış için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii benim için dün ve evvelsi günlerde
Geçtiğimiz hafta Berkin tabii ki çok değerli bir sembol oldu. Ekmeğiyle. Ve o güzel yüzüyle. Ama arkasından ölen Okmeydanı’nda öldürülen gencecik çocuk ve aynı gün ondan sonra kalp sektesi kalp krizi geçiren genç polis… Bunlar benim için aynı acılar. Ve hem pasifist olmam, iyimser olmam, hem kendimie seçkin bir insan gibi sakınmamam bir şeylere yardım etti belki de diyelim.
Şimdi davanız sürüyor değil mi?
Sürüyor, sürüyor tabii ama ne tür bir nefret davası olduğunu ben artık bilmiyorum.
Peki, tahliye olduktan sonra okula devam etmeye başladınız? Okul yönetimi ve öğrenciler açısından bu süreç nasıldı?
Aslında idare olarak biraz mahcubiyet vardı. Fakülte olarak saygı vardı. Ama öğrencilerim ve meslektaşlarım beni çok büyük bir sevgiyle karşıladı ve herhangi bir güvensizlik hissetmedim. Zaten ben hayatım boyunca güvensizlik hissi hiç pek duymadım.
Kitabın sonunda yeğeninizin resimleri var. O resimlerin öyküsü nedir?
Zeynep Perinçek Signoret ressam, 90’ların başından beri, 18-19 yaşında başladı ve sonra resim okudu, Fransa’da yaşıyor. Ben çok yakınım yeğenlerimle. O mektup olarak yolladı bunları… O şekilde iletişim kurdu. Ben de yedi metrekarelik koğuş odasının içinde bu resimlerdenm küçük bir sergi yaptım. O Hem benim için hem koğuştaki arkadaşlarım için hoş bir atmosfer oldu. Yani bir renk oldu. Benim için değerli resimler oldu. Dolayısıyla o dönemi her gün paylaştığım insan Zeynep oldu. Kitabı da kısmen böyle paylaşmak istedim.