Büşra Ersanlı: Bulut Falı: Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı

Bir siyaset bilimi profesörü, Terörle Mücadele Yasası TCK madde 301 kapsamında, KCK operasyonu
çerçevesinde tutuklandı. 28 Ekim 2011 ve 13 Temmuz 2012 tarihleri arasında tutuklu kaldı. BDP parti meclisi üyesi de olan Büşra Ersanlı’nın tutukluluğu herkes için bir vicdan yarası olageldi. Bir akademisyen ve aktivistin, üye olduğu yasal partinin eğitim çalışmalarında ders vermesi ‘terör faaliyeti’ olarak görülmüştü. Büşra Ersanlı’nın tutukluluk günleri bitti ve bu günler  ‘Bulut Falı: Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı’ adıyla kitaplaştı. Büşra Ersanlı ile, kitabını ve bu tutukluluk sürecinde yaşadıklarını, düşündüklerini konuştuk…

1972’de öğrenci iken yine ‘düşünce suçu’ nedeniyle tutuklanmışsınız. Kırk yıl sonra yine ülkenizin cezaevlerinde olmak nasıl bir şey? Türkiye’nin siyasi süreçlerini izlemiş bir siyaset bilimi profesörü olarak, kırk yıl sonra benzer bir biçimde tutuklanmanızı nasıl karşılıyorsunuz?

Oldukça orijinal karşılıyorum; nefret söyleminin ve baskı üslubunun hala devam edişi şaşırtıcı. Ama arada önemli bir fark var. O zaman anti-komünizm yasaldı. Ben de komünizm ve sosyalizm düşüncelerini savunuyordum. 141 ve 142, 1991’de kaldırıldı. 90lardan itibaren anti terör yasaları kuvvetlendirildi ama ben terörün hiçbir zaman hiçbir yerde, ne içinde oldum ne de savundum. Delil olarak gösterdiklerinde de herhangi bir terör iması bile yok. Yoğun bir hukuki olmayan düşmanlaştırma iki dönem arasındaki farka işaret ediyor. Fark hukuki de olabilen bir düşmanlık ile hiç hukuki olmayan düşmanlık arasındaki fark. Bu farkın yanı sıra 40 yıl içinde gelişme göstermiş olan insan hakları ve demokrasi tecrübesini de göstermek mümkün. Sonuç olarak 2011 tutuklanması daha vahim bir durum!

 

Size yönelik suçlamaların sebebinin, devletin ‘özyönetim’ ve ‘özerklik’ kavramlarına olan düşmanlığında aranması gerektiğini söylüyorsunuz. Bizim uzaktan gördüğümüz de bu sahiden… Neler söyleyebilirsiniz?

 

Cumhuriyetin kuruluşundan beri bölünme korkusu yaşayan bir ülkeyiz. Osmanlı’nın daralması sendromu yani… Eğitim sistemi ve tüm resmi örgütlenmeler bu korku ile yapılandı. Ama aynı zamanda yerel özerkliğe ülke çapında büyük ihtiyaç var. Çünkü merkez farklı yerlerde yaşayan insanların talep ve ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar hantallaşmış durumda. Bütün dünyada da yerel özerklik gelişiyor ve teşvik ediliyor. AB özerklik şartı da bunların ulus üstü bir uyum mekanizmasıdır. Bölünme korkusundan dolayı maalesef Türkiye’de bütün hükümetler ve iktidar odakları yerelliği ve yerel özyönetimi halka bölücü olarak tanıtmak için elinden geleni yaptı. Ancak bugün görülüyor ki bazı liderlerin özendiği çılgın büyük projeler halkın yerinden talep ve çıkarları ile hiçbir şekilde temas etmiyor, hatta onlara zarar veriyor.  Meselenin özü budur.

‘Türkiye’nin her köşesi için gerekli olan talep’ olarak gördüğünüz özyönetim, Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünce kodlarında hangi korkuları depreştiriyor?

 

En büyük nüfusa ve siyasal etkinliğe sahip bulunan Kürt muhalif hareketinin ayrıcılıkça emeller taşıdığı düşünülüyor. Her konuda fazlasıyla gerçekçi olan hükümet bu konuda son derece içe kapanık ve savunmacı davranıyor. Neo-liberalizde ve neo-konservatizmde her zaman yanında çalıştıracak ucuz emeğe ihtiyaç duyulur. Eşitlenme kaygısı kuvvetli değildir. İmparatorluk geçmişi olan bazı ülkeler de, Türkiye ve Rusya gibi, geçmişteki genişliği ve eşitsizliği (özellikle hizmet bağlamında) devlet gücü için kullanma geleneğine sahipler.

 

“KAN BAĞI YOK (sen Kürt değilsin), burada ne işin var!

BİZ BABA’yız. AĞABEY’iz sana çizdiğimiz yoldan ayrılma, kadın olduğunu unutma!

AYKIRI olma cezalandırılsın!

DEVLET’in üniversitesi ancak devlet için çalışmalıdır. Devlet de biziz ona göre!”

Mükemmel biçimde tanımlamışsınız size kurulan cendereyi… Kadın ve aydın olarak ötekileştiriliyor, bilim kişisi olarak da varolan devletin ideolojik bir enstrümanı olmanız bekleniyor. Bunu yapmadığınız için de terör suçlusu ilan ediliyorsunuz. Sizde simgelenen bu özelliklerin de cezalandırıldığı, tüm topluma sizin örneğinizde aba altından sopa gösterildiği söylenebilir mi?

 

Söylenebilir zaten bir amaç da buydu. Türkiye’de daima erkek olan yöneticiler, halka da, kadınlara da çocuklara da, gençlere de, yaşlılara da daha doğrusu kendi dışındaki herkese ve özellikle eleştirenlere, muhalefet yapanlara şu mesajı vermiştir: En doğruyu biz biliriz, en güzeli biz yaparız, sizin için de an iyi olanı ancak biz düşünebiliriz, siz bunları bilmezsiniz dolayısıyla ya itaat edin ya da sesinizi çıkarmadan eleştirinizi içe atın ve sürekli oto-sansür ile yaşayın. Mesaj budur. Hiçbir dönemde bu mesajdan ciddi bir sapma olmadı. Onun için kadınların ve gençlerin itiraz ve muhalefetleri demokratikleşmede yol alabilmek için her şeyden önemlidir. Ve bunun da yerinden o yörenin ihtiyaç ve taleplerine uygun olarak yapılması gerekir.

Kendinize ‘Kumral Türk’ diyormuşsunuz. Biraz açıklar mısınız?

 

Burada bunu söylerken iki şeyi vurgulamak istiyorum.

Birincisi türküm ve  bu kimliğimden vazgeçmek gibi bir sorunum hiç olmadı. Ancak birçok başka kimliğim de var, onlar da aynı derecede değerli.

İkincisi ise beyaz Türk olarak bilinen insanların daha ziyade bol paralı ilişkilerle, zenginlik ile ve elitizmle farklı bir statü içinde bulunduğu algısı hakimdir, beyaz Türk başkalarını küçümser veya yaşam alanı dışında tutar, uzakta kalmalarını ister. Oysa ben ayrımcılığa uğrayan insanlarla ve üstten bakanlara eleştirilerimle sade ve orta halli yaşamayı seçtim.

Tutuklandığınız günlerde, bir toplumsal mesele hakkında, Van depremi hakkında birşeyler yapıyordunuz. O günlerden biraz bahsedebilir misiniz?

 

Bodrum’da barış için bir toplantıya katılmıştım. Deprem de o sırada oldu. Van’da yakınlarım arkadaşlarım var. Çok endişelendim ve BDP ilçesinde yardım kampanyasına katıldık. Daha sonra Datça’ya geçtim. Birkaç gün dinlenmek için. O günlerde sürekli Van depreminin sonuçlarını izledim. Ve oradaki acılara, iktidarın nasıl bir üslupla yaklaştığını gördüm. BDP belediye başkanıyla ve çalışanlarıyla koordinasyon kurulmadığını ve Van halkının bu acısı üzerinden siyasi prim yapılmaya çalışıldığı kanısına vardım. Dolayısıyla Van depremi Türkiye’de şehirlerde özyönetim ihtiyacını zihnimde daha da berraklaştırdı.

Yıllar geçiyor, devlet değişmiyor. Aydınların gözaltına alınma hikayelerini zaman zaman mizah metni gibi okuduk. Sizin de evinizde ‘terör faaliyetleri’niz  için kanıt aranmış! Neler yaşandı?

 

Ev sahibime kaçmamdan korktuklarını ima etmişler.  Çatıda çıkış kaçış yeri var mı demişler. Altlı üstlü sokakları tutmuşlar; birkaç gündür de takip ediyorlarmış. Aslında bu beyhude bir malzeme (silah mı kitap mı, yoksa ikisi aynı mı?)  arayışıydı. Kapıya gayet çekingen yaklaşarak girişleri de bunu gösteriyordu.

Tutukluluğunuz herkesi üzdü, demokrasi adına endişelendirdi. İktidar çevrelerinde bile, içinde bir parça vicdan kırıntısı kalmışsa, tedirgin olanlar oldu. Ahmet Davutoğlu gibi akademik geçmişten gelen AKP’lilerden bile ılımlı açıklamalar geldi. Ne hissettiniz?

 

KCK  adı altında BDP çalışanlarına yapılan tutuklamalar zaten büyük bir haksızlıktı. 2009’da en büyüğü Diyarbakır’da yaşandı. Benim üzerimden de bu haksızlığa devam edilmek istenmesi nefret söylemine yatkın olan yandaş grupları daha sivri noktalara taşıyabilmekti.  Karalama kampanyasını genişleterek Kürtleri ve tüm siyasi muhalefetini etkisiz kılmayı amaçlıyordu. İktidar kesiminden gelen bazı ufak tefek ve cılız açıklamalar veya rahatsızlıklar karalama kampanyasının gölgesinde kalmaya mahkumdu. Zaten de böyle olması isteniyordu, yoksa hükümet içinden insiyatif alarak açık beyanda bulunan olurdu.

Sizin tutukluluğunuza akademi çevrelerinin gereken tepkiyi vermemiş olmasını nasıl karşılıyorsunuz? Bu her şey bir yana, akademik hayatın çıkmazı değil miydi?

 

Akademik/bilim çevreleri gereken tepkiyi verdi. Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde. Bilim topluluğunun en önemli parçalarından biri olan öğrenciler de ilk saatten itibaren bu tepkiye katıldı. Gereken tepkiyi vermeyen ve iletişim kurmayanlar üniversite yönetimleri ve YÖK oldu. Tabi beni tanımayan ve bu tutuklamaların önemli bir siyasi başarı olduğunu düşünen bazı akademisyenler de cezaevine beni leyleklerin götürdüğünü düşünmeyi tercih etmiş olabilir.

Sonsöz niyetine yazdığınız ‘Son Değil! Bitmiyor…’ kısmında şöyle yazmışsınız: ‘Ötekileştirilmiş bir halkın arasında olmayı doğru buldum.’ Belki de bütün hikayenizin özeti bu. ‘Ötekileştirilenler arasında da öteki oldum. Bu durum bir prizma etkisi yaratıyor bende, ne taraftan baksan farklı bir şekil çıkıyor. Sivri ve köşeli hep…’ demişsiniz. Size ‘Ötekileştirilenler arasında da öteki oldum’ dedirten duyguyu anlatabilir misiniz?

 

Cumhuriyet kurulduğundan beri çoğunluk rejimlerinin demokratik rejim olduğu yanılgısı neredeyse yerleşmiş bir siyasi kültürdür ülkemizde. Azınlık kavramının daima kenara itildiği, gündemden uzak tutulduğu, haklarının asgari düzeyde geçiştirildiği bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye’deki bütün etnik gruplar  ve ayrımcılığa uğrayan tüm gruplar aynı merkezi resmi eğitimi aldığı için her grup üzerinde benzer etkiler var. Derneğinden partisine sendikasından şirketine bu çoğunluk rejimi güvenlik olarak görülür, “istikrar” olarak görülür. Cezaevlerinde de çoğunluğu teşkil eden siyasi grup 90ların başından beri tutuklu olan Kürt özgürlük hareketinin üyeleridir. Dışarıda çoğunluğu tutanlar sorunları çözmeye yanaşmadıkları için onları içeride çoğunluk haline getirmişlerdir. Farklılıkların kararları paylaşarak, arzu ettikleri yaşamı birlikte inşa etme alışkanlığı ya da yöntemi Türkiye’de gelişmedi; daha yeni yeni gelişiyor, gelişecek.

Tutukluluğunuz sona erdiğinde arkadaşlarınızdan ayrılmak çok zor olmuş. ‘Bütün bu saatleri sakin ve az duygulu geçirmeye çalıştım, neden böyle yaptığımı bilemiyorum. Ancak demir kapı ardımızdan gürültüyle kapanınca çok kötü oldum. Özgürlük sevincim sanki, farklı, tuhaf ve endişe verici bir macera heyecanına dönüştü… Haksızlık devam ediyor!” Cezaevinden çıktığınızda yaşadığınız bu hal, taşıdığınız aydın sorumluluğuyla açıklanabilir ancak… Dostlarınız orada, tanıdığınız tanımadığınız birçok insan, KCK tutukluları, siyasi rehine gibi içeride… Sizce bu ‘haksızlık’ nasıl duracak?

 

Eşitlik ilkesini yaygınlaştırarak! İhtiyaç ve talepleri yerinden, ihtiyaç sahiplerinin katılımıyla belirleyerek ve bu çabaya paralel olarak demokratik eşit vatandaşlık ilkelerini anayasaya işleyerek gerçekleştirilecek. Bu bir süreç, ele geçirilecek bir şehir, rekabet yoluyla yakalanacak bir çılgın inşaat projesi ve sadece dar grupların çıkarlarını tatmin edecek bir kazanç olarak görülemez. Mutlaka birlikte sabırla diyalog ve müzakere yoluyla bu sürecin ilerletilmesi gerekmektedir. Kadınların ve gençlerin aktif katılımıyla zaten bu yol da ilerleyecektir.

KCK tutuklulukları AKP hükümetinin artık bir komedinin konusu olabilecek ‘yargı bağımsızlığı’na dayanarak hiç sorumluluk üstlenmediği bir konu olageldi. Barış sürecinin bir tarafı hükümet, KCK tutuklularına ‘rehine’ muamelesi mi yapıyor?

 

Bir bakıma öyle! Yaşadığımız bu kritik seçimler “çağı”nın iktidar açısından en az zayiatla kapatılması bekleniyor. Hükümetin gözünde en kırılgan konumda olan, medya ve “yargı” tarafından en çok karalanmış ve karalanmadığı zamanlarda da ötelenmiş olan dava bu davadır. Dolayısıyla üzerinden pazarlık yapılabilecek en kalabalık siyasi tutuklu sayısı da KCK davasında. Barış sürecinde bu tutukluluk halinin hala yüzde elliden fazla oranda sürüyor olması iktidara diyalog artı girilmeyen “müzakere” kozu veriyor.

Kitabınızda adı geçen kişiler, söyledikleri teker teker üzerinde durulmaya değer. Bir kişinin üzerinde durmayı istiyorum. Hem KCK tutuklulukları üzerindeki tartışma, hem de bu söyleşiyi yaptığımız dönemin siyasi atmosferi hakkında simge değeri olduğu için… Tutukluluğunuz bittiğinde sizi Hasan (Hüseyin) Gülerce aramış. “Sen bizi zor zamanlarımızda destekledin biz seni desteklemedik. Beni, bizi affedebilecek misin?” demiş. Ne cevap verdiniz ve bugün hissiyatınız ne?

 

Ben hayatımın hiçbir döneminde insanları düşmanlaştırmadım. Herkesle konuşulabilecek görüşülebilecek insani konular vardır. Üstelik Hüseyin Gülerce tanıdığım ve bir zamanlar birkaç kez görüşmüş olduğum biri. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndaki birkaç yönetici arkadaşla birlikte Diyalog Avrasya adlı dergiyi çıkardık geçmişte. Ne var ki bence affetmek Allah’a mahsustur, ya da gündelik anlamda çok yakınlar arasında olabilir. Ben ancak insani ilişkimi sürdürebilirim. Çünkü en azından bu davaların haksızlık düzeyini, düşmanlaştırma düzeyini nefret söylemiyle karalama düzeyini hükümet ve hükümet dışındaki milliyetçi muhafazakar elitler ve inananlar düşürebilirdi. İnsanı açıdan da onlardan bunu beklerdim.

Bu sürecinizde yazdıklarıyla size güç veren kimleri anabilirsiniz? Dostlarınızdan ziyade medyada yazılan yazılardan hangileri sizi etkiledi?

 

İsim verebilmem çok zor çünkü hayatımın çeşitli dönemlerinde edinmiş olduğum ve hala sürdürdüğüm çok dostlarım var, bunların çoğu da yazar, gazeteci veya akademik dünyadan.  Bir de hiç tanımadığım cezaevinde edindiğim mektup arkadaşlarım var. Bunların her biri ayrı bir dayanışma ve direnç gücü verdi. Ben de zaten hepsiyle paylaşabilmek için bu tanıklık kitabını yazdım. Bu sorunuza en iyi cevap, kitabın kendisi bence.  Silivri’de iken Temmuz 2012’nin ilk günlerinde şahsen iyi tanımadığım bir köşe yazarı Türkiye’nin paradoksunu hem içerden hem dışardan çok iyi tahlil etmişti: Joost Lagendijk’in yazısının adı da “Büşra Ersanlı ve Türk Paradoksu”idi.

Kitabınıza dönersek, ‘Bulut Falı’ hem duygularınızı, hem yaşadıklarınızı anlatması, hem de bir siyasi sürecin tüm tanıklarını isim isim içermek suretiyle tanıklık değeri olarak eşsiz bir kitap… Biraz yazım sürecinizden bahseder misiniz? Yazarken motivasyonunuz neydi, nasıl yazıldı?

 

Tek motivasyonum artılarıyla eksileriyle tüm bu farklı insanlarla süreci paylaşmaktı. Nefret söylemini azaltma arzusu, hiyerarşiden ve ayrıştırmadan arınarak ortak noktaları arayıp bulma arzusudur.

‘Bulut Falı’ isminden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Bir cezaevi tanıklığına bundan güzel bir isim verilemezdi. Bu fikir nasıl oluştu?

 

Birincisi, cezaevinde tabiat parçası olarak sadece gökyüzünü görebilmekti. İkincisi, bulutların hem hareketli dinamik sevimli şekilleri olabiliyor hem de baskıcı ve ağır insanın üstüne çöken yanları oluyor. Yani gökyüzünde de farklılıkların olmasıydı bana bunu anımsatan.

Cezaevi tanıklıkları içeren kitapların biraz gözü yaşlı, biraz melankolik olması beklenir. Tabi ki haklılık payı büyüktür, elbette ki o acıların dillendirilmesi önemliydi ama giderek klişe bir şablonun kurulduğunu da kaydetmeliyiz. Siz bu dilin bu kadar dışında nasıl kalabildiniz? ‘Bulut Falı’ çok soğukkanlı…

 

İyimserlik, güler yüzlülük ve mizah acıları paylaşmanın arkasından gelmek zorunda. Belki de iyimser ruh halimle, çabuk gelmesini istediğim bu dönemi çağırdım.

Kitabınıza gelen tepkiler nasıl?

 

Okumuş ve bana görüşünü belirtmiş olan yakınlarım ve tanışlarım çok kolay okunduğunu, akıcı olduğunu ve sizin düşündüğünüz gibi iyimser olduğunu söylüyorlar. Bir arkadaşım cezaevi ortamını birebir yaşatan bir kitap olduğunu söyledi; günü normal ortamda yaşıyormuşçasına yaşayan ancak zaman zaman öfkelenen bir ruh halini hissetmiş okurken.  Daha geniş tepkileri önümüzdeki günlerde alırız.

 

Bulut Falı – Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı / Yazar: Büşra Ersanlı / Anı – Tanıklık / Can Yayınları / Yayına Hazırlayan: Emre Taylan / Kapak Tasarımı: Utku Lomlu / Kapak Resmi: Zeynep Perinçek Signoret / 1. Baskı Mart 2014 / 400 Sayfa

 

Büşra Ersanlı; İstanbul doğumlu. Hem ilkokulu hem de liseyi eski adıyla Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1972 Nisan ayında üniversitedeyken tutuklandı, Temmuz 1974’te çıkartılan siyasi affa kadar Ankara Yıldırım Bölge Cezaevi’nde kaldı. Kitaplar ve makaleler çevirdi. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz/Amerikan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu (1978) ve aynı üniversitenin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktorasını tamamladı (1989). Üniversite yıllarında kısa sürelerle Vatan, Milliyet ve Sabah/ Turkish Times gazetelerinde yazılar yazdı. Çeşitli dernek ve vakıflarda barış ve insan hakları için çalıştı, kadın-erkek eşitliği için mücadele etti. 2009 yılında DTP Parti Meclisi’ne seçildi. 2011 yılında BDP Parti Meclisi ve Anayasa Komisyonu üyesi iken TMK çerçevesinde tutuklandı. Halen BDP Akademik Danışma Kurulu üyesidir. 1990 yılından beri Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliğini sürdürmektedir. Kitapları: İktidar ve Tarih (1992), Her Yerde Her Zaman Siyaset (İbrahim Mazlum ile beraber, KA.DER, 2008). Derlediği kitaplar ise: Bağımsızlığın İlk Yılları (1994), Türkmenistan’da Toplum ve Kültür (1998), Saz’ın Söz’ün Ateş’in Ülkesi Azerbaycan (2004), Türkiye Siyasetinde Kürtler (2012).-