a

29/10/2011

"KA-DER üyesi ve önceki dönemlerde yönetim kurulu üyeliği yapmış olan, KA-DER’in Siyaset Okulu projelerinde eğitmen olarak onlarca kadın siyasetçi yetiştiren, BDP Parti Meclisi Üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı ikinci KCK operasyonu kapsamında gözaltına alındı.Özellikle Türkiye gibi demokrasinin sürekli kesintiye uğradığı ülkelerde bu sürecin sancılı ve uzun bir yol olduğuna inanıyoruz. Ancak nedeni belirsiz tutuklamalar, akademisyenlerin gözaltına alınması, insanların korkuyla sinmesi, siyasetçilerin devletin yapıcı değil daima yıkıcı yüzüyle karşılaşması bu yolu giderek daha “aşılamaz” hale getiriyor. Gözaltına alınan kişilerin tutuklanması, tutukluluk sürecinin “tedbir”den çok “devlet terörü” haline getirilmesi, eline silah almamış kişilerin düşüncelerinden ötürü hapsedilmesi, “ileri demokrasi” adına yapılan Anayasa çalışmalarına da gölge düşürmektedir. Hukuki ve fiili nedenler gösterilmeden yapılan gözaltılar ve tutuklamalar sivilleri sindirmekte, adeta topluma gözdağı verilmektedir. İnandıkları uğrunda, yasal partilerde, demokratik mücadeleler veren, milletvekili olarak seçilmiş insanların bu kadar kolayca yerinden edilmesine itiraz ediyoruz."

10/11/2009 – Radikal Gazetesi
Yaylada ‘Barış anneleri’ adına açıklama yapan Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Halkla İlişkiler bölümü Başkanı Prof. Dr Büşra Erşanlı, yurdun dört yanından gelen Türkiyeli kadınlar olarak Kürt sorunun demokratik ve barışçıl çözümü için Hakkari’ye bir araya geldiklerini söyledi. Prof.Dr. Erşanlı, şöyle dedi:
“Barış herkese, en çok da biz kadınlara gerekiyor. Çünkü erkek egemenliği savaş ve militarizmle her geçen gün güçleniyor. Şiddet dolu yıllar boyunca yaşadıklarımızı ve yaşanmışlara dair tanıklıklarımızı, duygularımızı paylaşmak, birbirimizin yüreğine dokunmak, birbirimizin halinden anlamak için bugün Berçelan Yaylası’ndayız. Bu toprakların doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde yıllardan bu yana çok büyük acılar yaşandı. Her ölümde bizim de ömrümüzden günler, aylar, yıllar toprağa aktı. Çocuklarımıza barış ve ‘jiyan’ adını koyarken, silahların konuşmadığı, dillerin, yüreklerin birbirine kavuştuğu bir hayatı düşlemiştik. Fakat önce barışlar ve jiyanları gömdük. Berçelan’da, 25 yıllık savaştan geriye kalan 50 bin mezar, yakılmış, yıkılmış sayısız köy, binlere faali meçhul ve kayıp, yoksulluğa, zorunlu göçe maruz kalmış milyonlarca insan ve aile içinde şiddete uğrayan binlerce kadın için , kendimiz için barış istiyoruz. Bir kez daha barışın mümkün olduğunu tüm kalbimizle inanıyoruz. Ancak barışın bize hediye edilmeyeceği, eğer mücadele etmezsek barışın bir düş olmayacağını biliyoruz.”

05-07/11/2009 – Büşra Ersanlı

2009 yılının ikinci yarısında Türkiye’nin iktidardaki partisi bir “demokratik açılım” programına karar vermiştir. 2004 yılında ivme kazanan AB açılımının belki de yeterince “milli” bir açılım olmayacağı yönünde endişeler taşıyan iktidar partisi, yani Adalet ve Kalkınma Partisi “yerinden” bir açılım başlatmıştır. “Demokratik Açılım” süreci Avrupa Birliği adaylık sürecinden çok farklı bir anlam taşımaktadır. Bunun esası Kürt açılımıdır, zaten başta bu şekilde ifade edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından yepyeni bir döneme girişi dile getirmektedir bu deyim. Geçmişle yüzleşmeyi ifade etmektedir. Artık hangi hükümet olursa olsun bu konuda yüzleşmekten başka çare olmadığı yada bütün askeri/asayiş “çareleri”nin tükendiği, hatta çağımızda militer çarelerin felaketli sonuçları anlaşılmıştır. AB süreci her ne kadar bazı demokratikleşme girişimlerine neden olduysa da Kürt meselesinin seyri tüm TC vatandaşları için daha derin, daha felsefi bir gerçekliği gösterir. Ülkemizde on yıllardır süren bir şiddet olgusunun hem halk yönünden hem de iktidarı pekiştirmek isteyen hükümetler yönünden birçok engel yaratıyor olması bazı ilişkileri düzeltmek gereksinimini doğurmuştur…

09/08/2009 – Büşra Ersanlı

yumuk ve yumru dağlarda

hava nazar gibi temiz ve sert

pembe beyaz damarlı taşlarla…

Berraklık

Açılan ve kapanan dağ yumruları,

kapanırken sıyırtan insanlı hali,

açıyor kavrıyor itiyor yukarıya,

soldan açılırken sağdan kapanıyor ve

bazen sağlı sollu kapalı

yol bitmiş…

birden yine açıldı

pembe damarlı taşlarıyla yukarı doğru iteledi bizi.

Yerçekimi ile gök çekimi arasındayız.

Kadınız

kadınlarız…

30-31/05/2009 – Büşra Ersanlı

İfade etmek eyleminin başlıca nesnel aracı dildir. Özellikle anadil hakkı dilin paylaşılan toplumsal ve kültürel niteliği itibariyle sadece bireysel değil bir kolektif haktır, topluluk olarak, bir halk olarak varolma hakkıdır. Kürtçe’yi kullanmak bireysel bir hak olarak bile yıllarca yok sayılmış olduğu için güçlenen bir kolektif ifade özgürlüğü sorunu/talebi haline gelmiştir. Dolayısıyla Kürtçe’nin dil olarak bugünkü konumu şu aşamalı sorun alanlarını kapsamaktadır:

Kültürel aidiyeti ifade aracı olarak Kürtçe – anadilin savunması için, “ben varım” demek için, “kültürüm farklı” demek için “ana dilini devlet diliyle yok etmeyin” demek için; “okul dili”nin çocuklarda ve annelerde yarattığı yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için; mutfağa, eve, mahalleye kapanan bir dili kurtarmak için… vurgulanan dil.
Kürtçe ders veren kız çocuk bence bu durumun en açık bir ifadesidir. Kültürel aidiyet aracı olarak dilin peşine düşmek bir onur mücadelesidir, ve esas olarak bireysel tecrübelerle açığa çıkmaktadır ama bir topluluğa işaret etmektedir.
Eğer devlet “karışmama” ilkesini uyguluyor olsaydı, aşırı karışma, aşırı müdahale konumunda olmasaydı o zaman bireysel tavırlar topluluk tavrına dönüşme gereksinimi duymaz ve bu potansiyel anadil açısından onuru kırılmamış olduğundan ülkenin iktisadi ve sosyal ortak ezilmişlikleriyle mücadelede kendisini gösterirdi.
Kısacası, hem negatif hakları hem de pozitif hakları gerçekleştirmek için mutlaka öncelikli olarak bir aidiyet etrafında topluluk olarak örgütlenmek ve hak aramak söz konusu olur, dünyanın her yerinde de böyle olmuştur. Ayrımcılığa karşı mücadele mutlaka toplu ifade gerektirir.
Anadil kullanımının eğitimle birlikte yürümemesi ve Kürtçe’nin kamu alanını kapsamaması özellikle yerel düzeyde belli bir kesimin özgür ifade olanağını daima kısıtlayacaktır. Anadilini iyi öğrenmeyen insanlar hiçbir zaman kendilerini güçlü ve güvenli bir biçimde ifade edemezler, kısacası diyaloga ve diyalogun gelişmiş biçimi olan siyaset yoluna etkili bir biçimde katılamazlar…

07/03/2009
Mart ayı, Türkiye’de toplumsal dönüşümler açısından önemli bir ay. 1857’de New Yorklu kadın işçilerin eyleminden sonra tarihe ‘kadınlar günü’ olarak geçen 8 Mart ve Türkiye’de darbeler tarihinin önemli halkalarından biri olan 12 Mart da bu iki özel günden biri. Marksist kadın liderlerden Clara Zetkin’in dünyanın bütün kadınlarına armağan ettiği 8 Martlar, her yıl ülkemizde şiddet gösterilerine tanık oluyor, o yüzden hepimizin öyle ya da böyle aşina olduğu bir gün. Peki 12 Mart’ın önemi nedir? 12 Mart 1971’de üç kuvvet komutanı ve Genelkurmay Başkanı’nın imzasıyla ordu, ‘Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatı’nın Anayasa’dan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak, Süleyman Demirel’in AP hükümetini düşürdü. Nihat Erim yönetiminde kurulan teknokratlar hükümetiyle birlikte, silahların gölgesinde günler başladı.

12 Mart günlerinde gencecik bir üniversite öğrencisi olarak devrimci mücadelenin içinde yer alan, yaşamının iki buçuk yılını cezaevinde geçiren ve daha sonra kadın hareketinin de aktif bileşenlerinden biri olan Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi kürsüsünden Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile bu iki özel gün münasebetiyle bir araya geldik. Sevgi Soysal’ın kaleminden tanıdığımız Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda iki buçuk yıl geçiren Ersanlı bize 12 Mart’ın karanlık günlerini anlattı ve kadınların bugününü değerlendirdi.