Prof. Büşra Ersanlı barış sürecinin bugün geldiği noktanın müzakerelerin yürütülme şeklinden kaynaklandığını ifade ederek Ersanlı, AKP ve medya organlarının süreçle ilgili bilgileri tek taraflı olarak yaydığını söyledi. Ersanlı AKP’nin demokratikleşme paketini de eleştirdi.
Türkiye Başbakanı Recep T. Erdoğan’ın 1 Ekim tarihinde, “Demokratikleşme Paketi”ni açıklamasının üzerinden bir ay gibi bir zaman dilimi geçti. Ancak paketin içeriğine yönelik eleştiriler devam ediyor. Kürtler, içerikten memnun olmazken, demokratik çevreler ise paketi ” seçim taktiği” olarak, yorumlayarak, tepki gösteriyor. Bu tepkinin sahiplerinden biri de Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Büşra Ersanlı. Prof. Ersanlı, açılan paketin eşitlik ilkesinden uzak olduğunu belirterek, bunun topluma yararı olmayacağı görüşünde. Paketin içerisinde bulunan “Anadilde” eğitim bölümünde yer alan özel okul projesini de eleştiren Prof. Büşra Ersanlı, ” Bu toplum içindeki makası iyice aralar. Dengesizliği getirir. Yeni bir elit kesimi oluşturur. Onun için Kürtler ilgi göstermemeli” dedi.
Ersanlı ayrıca Türkiye’de değişimin yaşanmamasını AKP’nin 1930lardaki elitist, hiyerarşik felsefeyi yaşatmasına bağlayarak yaşanan gelişmelerin de halkın mücadelesi sayesinde ortaya çıktığını kaydetti.
Prof. Büşra Ersanlı, AKP’nin “Demokratikleşme Paketi”, Türkiye’nin Suriye politikasını ve Koma Civakên Kurdistan (KCK) davalarına ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
Türkiye’de Kürt sorunun çözümüne dair başlatılan çözüm süreci bir yılını doldurmak üzere. Ancak büyük bir heyecanla başlayan süreç özellikle paketin açılmasıyla tıkanma aşamasına geldi. Sizce süreci bu noktaya getiren nedenler neydi?
Sürecin bu noktaya gelmesinin nedenlerden biri şeffaf olmaması. Hükümet ve ona yakın medya grupları, süreç ile ilgili birçok bilgiyi tek taraflı olara, yayıyor. Bilgi karmaşıklığı var. Halk, sivil toplum örgütleri ve medya, net bir şey bilmiyor. Böyle olunca da insanlar, bu sürecin nasıl olduğu ve ne gibi görüşmelerin olduğundan habersiz. Bu bir diyalog mu, yoksa müzakere mi ya da alışveriş mi? Kimsenin haberi yok. Başlangıçta 1, 2 ve 3 adım söylendi. 1′inci adım PKK tarafından atıldı ve onunla kaldı. Hükümet ilk önce yüzde 15 gerilla gücünün çekildiğini öne sürerek, süreci durdurdu. Böyle yaparak, zaman kazanmaya çalıştı. Yani “mesele bu mu, yüzde birlik oran mı?” diye sorulması gerekiyor. Bana göre süreç, o aşamada bitmişti. Bunu anlamak için paketin beklenmesi gerekmiyordu.
Peki burada mesele nedir?
Bu süreç, Kürt hareketinin dile getirdiği Kürtlerin siyasi, kültürel, bireysel haklarının karşılanması için başladı. Bu taleplerin karşılanması demek, kültürel ve siyasi hakların ve statünün teslim etmesi demektir.
Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan her fırsatta Kürt sorununu çözmek istediğini dile getiriyor. Bütün bunlar kabul görülüyorsa pratikte neden olmuyor o zaman?
Türkiye’de şu anda böylesi bir irade yok. 1930′lı yılların felsefesi tamamen ortadan kalkmış değil. Bir elit kesim var onlar yönetici, diğerleriyse hizmetçidir. Türkiye’de bu zihniyet ortadan kalkmış değil. Öbür taraftan da eski eğitim sistemi devam ediyor. Bu beraberinde, hiyerarşiyi, kariyerizmi ve elitizmi getiriyor. Bütün bunlardan dolayı değişim olmuyor. Eğer AKP, ‘Biz Türkiye’yi bir noktaya getirdik’ diye bilmesi için bütün bunları ortadan kaldırması gerekiyor. İşte bunları yapamadığı için bir şey yapamıyor. Eğer Türkiye’de bazı gelişmeler olmuşsa o da halkın yürüttüğü mücadele sayesindedir. Bundan dolayı bir zeminde oluşmuş ama hükümet ve iktidar, bu iradeyi tam olarak kullanamıyor.
Burada Türkiye’de yaşayan halkları ne gibi tehlikeler bekliyor?
AKP’nin hedefi, 2023, 2053, 2071 yıllarına kadar iktidar. Yüzde 50 ile yetinmeyen bir iktidar hırsı. Liderin şahsında dengesiz bir büyüme var. Bunu dengeleyemiyor. Yüzde 50 ile yetinmiyor ve yüzde 75 istiyor. Belki de daha sonra ‘yüzde yüz olsun’ diyecek. Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen ben pozitif de düşünüyorum. Yaratıcı bir muhalefet ve şiddet içermeyen mücadele ile bu durdurulabilir.
Tekrar paketin içeriğine dönecek olursak Kürtler için eğitim, kültür ve bazı haklar var. Ancak Kürtler tatmin olmuyor? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürtler, haklı. Çünkü bu paketin içindekiler beni de tatmin etmiyor.
Neden?
En temel şey eşitlik meselesi ve eğitimdir. Onlar da paketin içinde yok. En azında anadil eğitimi için bir iradenin belirlemesi lazımdı. Nasıl seçimin yüzde barajın düşürülmesi için bazı seçenekleri ortaya attıysa anadilde eğitim için de bazı seçeneklerin ortaya konulması gerekiyordu. Ama o ne yaptı, irade göstermektense topu piyasaya attı. ‘Kürtler, kendileri özel okul açsın’ diyor.
Kürtçe’nin hayat bulması ve gelişmesi için özel okul sistemi yeterli mi?
Yeterli değil. Neden mi? Bu kamuoyu yarına olan bir uygulama değil. Bu imkanı olan insanlara verilen bir hak. Bu fırsat eşitliği prensibine aykırı bir şey. Onun için tamamen iktidarın keyfine göre yapılmış. Bana göre, burada zaman kazanmak, yerel seçimlerde oy kaybetmemek özellikle sağ kesimin ve CHP’nin savrulan oylarını alabilme girişimidir. Diğer tarafta da, ‘Bizim Kürtlerimiz, sizin Kürtleriniz’ denilerek, bir bölünmenin yollarını açmaktır. Bu eskiden beri Türkiye’de var olan bir şey. Bu yaklaşım ve zihniyet bölücülüğü devam ediyor. Eğer AKP samimiyse kamuoyunun yararını düşünseydi ana dilin gelişimi için dünyadaki örnekleri esas alır, ona göre adım atardı.
Nedir bu örnekler. Şayet esas alınsa ne gibi kazanımları olur?
Dünyada bu tür örnekler çok. Uygulandığı bölgelerde değişik alanlarda, birçok kazanımları olmuştur. Örneğin Boliviya’da anadilin gelişimiyle birlikte yerel yönetimlere katılımın arttırdığını biliyoruz. Kadınların aktifleştiğini, genç kızların daha fazla okula gittiğini de. Öğrencilerin lise ve üniversiteden mezun olduktan sonra çok daha verimli olduklarını gözle görülmüştür. Yine çift dilli eğitim olursa öz güvenli bireyler, yetişir.
Kürtlerin çoğu yoksul. Çocuklarını böylesi bir okula gönderecekleri koşulları yok. Sizce bu ne gibi sonuçlar doğurabilir?
Bana göre; imkanı olan ve bu konuda uzman Kürtler, yapacağı tek şey, dünya standlarına göre evrensel Kürdoloji enstitülerini açmalı. Kürtçenin gelişmesi için akademik çalışmalar yapmalı. Bu çalışma sonucunda, ilerde okullarda eğitim verebilecek insanlar yetiştirilir. Gelecek için güçlü yatırımlar yapılması gerekiyor. Bu özel okullardan daha faydalı. Şu anda elit bir özel okulun pek bir yararlı olabileceğini düşünmüyorum.
Neden peki?
Toplum içindeki makası iyice aralar. Dengesizliği getirir. Yeni bir elit kesimi oluşturur. Buda kendisiyle birlikte yeni bir sorun ortaya çıkarır. Yoksul Kürtler ile elit Kürtleri karşı karşıya getirir. Türkiye’de nasıl elit ile yoksullar arasında sorun yaratıldıysa, Kürtler arasında da yapılır. Hükmetmeye, hiyerarşiye, yetkiye yeni iktidar alanlarına ve küçük Ankaralıları yaratmaya yol açar.
AKP’nin Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaklaşım şu; Kürtleri burada yeterince sıkıştırdım birazda orada sıkıştırayım. Bunu da orada Kürtlere karşı mücadele eden, şiddet uygulayan ve saldıran grupları destekleyerek yapıyor. Erdoğan, kendisini Ortadoğu’nun lideri İslam dünyasının fatihi gibi görüyor. Irak’taki bir Kürdistan sisteminin oluşmaması için diğer gruplar ile birlikte oradaki Kürtleri sıkıştırmayı amaçlıyor. Ama planları tutmadı.
Tahliye olalı bir yılı geçti ama yargılamanız devam ediyor. Yargılandığınız davada son olarak 94 siyasetçiden 4’ü sadece tahliye edildi. KCK davalarında değişen bir şey oldu mu?
Değişen bir şey yok. Sadece idare etmek var. Mantık şu, yerel seçimlere kadar ‘ne kadar insan içerde tutarsam kardır.’ Bizim alışımızın amacı da buydu. Partinin seçilmiş belediye başkanları, milletvekilleri, belediye meclis üyeleri içerde. Şu anda, 8-9 bin tutuklu var. Azar, azar bırakacak bu sayı 6 bin civarına düşüne kadar. Bunu sürece yayarak, yapacak. Yerel seçimler, ardından da genel seçimler var. Bu 2015 yılına kadar böyle devam eder. Neden mi? ‘Ne kadar içerde tutarsam muhalefetim o kadar azalır’ yaklaşımı var. Gerçek muhalefet. Öyle bahsettiğim yalancı muhalefet değil. Bu başından beri böyleydi. Zaten KCK tutukluların yüzde 95′i rehin alma politikaların sonucudur.
KÖŞE YAZILARI
‘Yeni Ortadoğu’da Kürt rolü’…
Cengiz Çandar – Radikal
‘Yeni Ortadoğu’da Kürt Rolü’… Amerikan başkentinde National Press Club yani ‘Ulusal Basın Kulübü’nün salonu tıklım tıklım dolu. 200 dolayında insan var ve kürsünün arkasında ‘The Kurdish Role in the New Middle East’ yazıyor. Kürsünün üzerinde ise BDP’nin amblemi var. Tarih 28 Ekim 2013. Cumhuriyet’in ilanının 90. yıldönümüne bir gün kala.
Ön sırada, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Van Milletvekili Nazmi Gür oturuyorlar. Demirtaş ve Gür, Washington’da ABD yetkilileri ve Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Namık Tan ile görüştükten sonra, ülkenin batı ucuna, San Francisco ve Los Angeles’a uçacaklar. Çeşitli temaslar yapacaklar.
BDP’nin ABD’de bir ‘ilk’ olarak düzenlediği ‘Yeni Ortadoğu’da Kürt Rolü’ başlıklı ve dört panellik bir dizi olarak yapılan toplantısında Selahattin Demirtaş’ı ve Washington’da beklenen Suriye PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’i görmek ve dinlemek üzere, onlarca Kürt, Kuzey Amerika’nın (ABD ve Kanada) çeşitli yerlerinden gelmişler.
Cumhuriyet’in 90. yıldönümünde, Washington’da garip bir duygu ortamı. ‘Yeni Ortadoğu’da Kürt Rolü’nün Amerikan başkentinde ilk kez bir toplantıda enine boyuna konuşulur olması, bu amaçlı bir toplantıyı düşünen ve becerenin, Kürtlerin yaşadığı ‘dört ana parça’nın en büyüğü olan Türkiye’nin Kürtlerinin siyasi partisi olması, başlıbaşına bir şeyler anlatıyor olmalı.
Bu arada, Salih Müslim, önce Irak’ta Kürdistan Bölge Yönetimi’nin sınırlarını aşamadığı, Türkiye’den geçemediği, sonra ABD vizesi almak için hakkında başvuruda bulunulmuş olan ABD’nin Stockholm Büyükelçiliği’ne ulaşamadığı için Washington’a gelemedi ama toplantı Skype yoluyla dev bir ekrandan, onun konuşmasıyla açıldı.
Salonda bulunan ve kimisi Beyaz Saray’a yakın Amerikalılar, biraz da hayretle, Salih Müslim’in gayet iyi bir İngilizce konuştuğunu öğrenmiş oldular ve kendisini birkaç metre öteden doğrudan göremeseler de gerçek fiziğinin birkaç misli büyümüş görüntüsüyle kürsünün üzerindeki dev ekrandan ve yine aynı salonda, dinlemiş oldular.
Aralarından biri, bana, Salih Müslim’e ABD’nin vizesinin çıkmamış olması konusunda “Oğlunun ölümünden 20 gün sonra, Washington’a gelmesinin sağlanması iyi bir jest olurdu; ayıp oldu” dedi. Ve, ekledi: “Yarın (bugün) Dışişleri’nde bu konuda bir toplantı yapılacak. Süreç başladı. Bir süre sonra mutlaka Salih Müslim, Washington’a gelecek…”
ABD’de hep böyle olur. PYD ile doğrudan resmi düzeyde ilişki kurmak, Washington’un hem Suriye, hem Kürt politikasında ve hem de Türkiye’ye ve ayrıca Kürdistan Bölge Yönetimi ve Irak’a yaklaşımında da ‘yeni’ bir tavrı ifade ettiği için, zaman alacak bir gelişme. Yeni hemen olmaz. Ama bir süre geçtikten sonra mutlaka olur.
Zaten günün son panelinde Selahattin Demirtaş ile yan yana oturmuş olan ABD’nin eski Ankara ve Bağdat Büyükelçisi James Jeffrey, “Herkes gözünü dikmiş Amerika’yı izliyor. Bu nedenle diplomatik pratik nedenler, Salih Müslim konusunda Ankara ve Erbil ile konuşmayı gerektiriyor. ‘Dostlar, konuşmak demek, desteklemek anlamına gelmez’ demeliyiz ve önce Ankara ve Erbil’i ikna etmeliyiz” sözleriyle, PYD ile ilişkiler konusunda Washington’un Ankara ve Erbil’deki Barzani yönetimini kolladığını ima etmiş oldu.
Zaten Kürtlerin büyük tepkisini çekmiş olan asıl ‘büyük ayıp’, Rojava’dan çıkmasının, Irak tarafındaki Kürt Yönetimi’nin denetimindeki bir kapıda engellenmiş olması. Oysa Salih Müslim, aynı kapıdan Rojava’ya, oğlunun ölümü sonrasında taziyeleri kabul için girmişti.
Bunun sonucu, PYD’ye bağlı YPG güçlerinin, cumartesi günü Til Koçer adlı, Musul yakınlarındaki sınır kapısını el-Kaideci güçlerin elinden alması oldu ki, bu kapı, Irak ile Suriye arasında Kaide’nin savaşçıları ve silah-patlayıcı trafiğinin cereyan ettiği önemli bir kapı imiş. Bu kapının ele geçirilmesiyle, Türkiye ve Erbil üzerinden Rojava üzerindeki ‘ekonomik-ticari ambargo’nun da kırılması ihtimali doğdu.
Nitekim, Salih Müslim’in o kapının ele geçirilmesinden birkaç saat sonra, oradan çıkarak Bağdat’a ulaştığını, Bağdat’tan Dubai’ye geçtiğini ve Dubai’den de Brüksel’e geçtiğini, cumartesi gecesi Washington’a vardığımız anda, bizi karşılayan BDP’lilerden öğrendik. The Economist’in Türkiye muhabiri ve Taraf yazarı Amberin Zaman ile ben, BDP’nin Washington toplantısının iki konuşmacısı olarak gelmiştik.
Salih Müslim, önceki gün toplantının açılışında Brüksel’den Skype aracılığıyla yaptığı konuşmada, Batı’yı öne alan vurgular yaptı. “Biz, Ortadoğu’da demokratik bir modeliz” dedi, “Batılı hükümetlerin bizi anlamasına ve onlara kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Batı’nın siyasi, diplomatik ve diğer alanlarda desteğine ihtiyacımız var” diye devam etti. İlginç bir öneride bulundu: “Rojava’ya gönderilecek heyetleri kabul etmeye de hazırız. Onların güvenliklerini sağlarız, herhangi bir endişeleri olmasın…”
Bütün bunlardan, ‘Yeni Ortadoğu’da Kürt Rolü’nün ipuçları sezilebileceği gibi, bölgede ve uluslararası politikada bazı ‘kaymalar’ ve yeni oluşumların da ipuçları söz konusu olabilir.
Türkiye-Erbil bir ‘eksen’ oluşturur iken, Rojava’nın ‘çifte sıkıştırılması’ boşa çıkarsa ve bunun sonucu olarak PYD üzerinden Rojava-Bağdat ve giderek Rojava-Bağdat-Tahran ekseninin zemini oluşursa, Türkiye’nin tüm Kürt ve Suriye politikalarını yeniden ele almasının gereği doğabilir. (Bu gerek zaten çoktandır var.)
Bütün bunların tam da Ankara-Bağdat ilişkilerinin Washington’un isteği üzerine yeniden tanzim edilmeye başlandığı bir sırada gerçekleştiğine dikkat çekelim. Washington’un Ankara ile Bağdat’ın arasını yapmak istemesi, Ankara-Erbil ilişkilerinin (petrol ve doğalgaz anlaşması boyutu) aldığı mesafenin, Bağdat’ta meydana getirdiği rahatsızlığın boyutlarıyla ilgili.
ABD, Ankara-Erbil-Bağdat arasında bir uzlaşmaya çalışıyor ve Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, bugün Washington’da bekleniyor. Maliki ziyaretine çok önem veriliyor.
Unutmadan; Maliki’nin Washington ziyareti arifesinde, pazar günkü Washington Post’un manşetinde ‘Irak’ta güvenlik krizi derinleşiyor’ başlıklı ve altında ‘el-Kaide’nin kolunun vahşi saldırıları’, ‘Maliki, ABD ziyaretinde daha fazla yardım isteyecek’ spotlarının yerleştirildiği bir haber vardı.
Irak’ta son günlerde –Washington Post’a göre- ‘son beş yılın güvenlik kazanımlarını silecek ölçüde kanlı bir kampanya gerçekleşiyor’ ve bu yıl içinde terör eylemlerinde ölen Iraklılar 5300’ü geçti. Bunları yapan, esas olarak, Şii merkezlerine saldırarak, mezhep çatışmasını daha da alevlendiren el-Kaide bağlantılı ‘Irak ve Şam İslam Devleti’ adlı örgüt.
Rojava’da –Türkiye topraklarını kullandığı iddia edilerek- PYD’ye saldıran da bu örgüt.
Hatlar yine karıştı değil mi?
‘Yeni Ortadoğu’ böyle bir yer işte. Ve, bu ‘Yeni Ortadoğu’da Kürt Rolü’nün Washington’da tartışılmasının kıvamına gelindi. Ben, ‘İmralı Barış Süreci: Türk-Kürt İlişkileri Tekrar İnşa Edilebilir mi?’ başlıklı panelde, Nazmi Gür, David Phillips ve Prof. Michael Gunter’in yanı sıra konuşmacıydım. ‘ABD, Türkiye ve Kürtler: Yeni Bir Vizyona Doğru’ başlıklı son panelde ise eski Kongre üyesi Lincoln Davis ile Büyükelçi James Jeffrey’nin yanı sıra Selahattin Demirtaş konuşmacıydı. Amberin Zaman, ‘Suriye Kürtleri ve Gelecek Vizyonları’ konulu panelin en çarpıcı konuşmasını yaptı.
Cumhuriyet’in 90. yaş gününde, ‘Yeni Ortadoğu’da Kürtlerin Rolü’ ve ‘Washington’un havası’ üzerinde yazmayı sürdüreceğiz…
Erkekler bi sussun!
Ezgi Başaran – Radikal
Biri çıkar had bildirir yahut ‘birilerinin bu hanıma had bildirmesi’ için bağırır.
Biri çıkar hamile kadının, hele de göbeğini alenileştiren bir esvapla etrafta dolaşmasını terbiyesizlik olarak görür.
Biri çıkar “Kafanı örtme, gel hele seni ikna edeyim” çabalarına girer.
Biri çıkar, “Kimseye karıştığımız yok ama o sunucunun dekoltesi de olacak gibi değil” diye yüksek görüş ve düşüncelerini paylaşır.
Biri çıkar, bu devirde, “Başörtüsü özgürlük değildir, Meclis’te de hiç olmaz” deyiverir.
* * *
Sonuncusu Levent Tüzel’e ait. İstanbul Bağımsız Milletvekili ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) üyesi. Bir tv programında ediyor o lafları. Konu Meclis’e başörtülü vekil girip girmemesi. Patlatıyor: “Başörtüsü düzenlemesini yıllardır siyasi istismar konusu yapmış AKP, kamuda başörtüsü serbestisiyle kadınlara özgürlük sunmamaktadır.” Tabii Twitter’da kıyamet kopmuş. HDP böyle mi olacaktı filan.
Mesele HDP’nin öyle mi böyle mi olacağından çok öte ve başka. Ama oraya çekince güzel siyaset oluyor, konunun aslı dağılıyor. Oh ne âlâ. E hadi öyleyse, bu yüzeysel kısmını konuşalım öncelikle…
HDP’nin yeni seçilmiş Eşgenel Başkanı Sebahat Tuncel’le konuştum. Aynen öyle sordum, bu mu yani HDP diyerekten… Şöyle cevapladı: “Levent Bey, şahsi fikrini açıklamış. Kendisi de böyle olduğunu sonradan Twitter’da anlatmış. HDP’nin başörtüsü konusunda duruşu bellidir. Bize göre başörtüsü özgürlükler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Kamuda da Meclis’te de başörtülülere asla karşı değiliz. Yalnız bir konuda Levent Bey’e hak veriyorum. O da, kamuda başörtüsünün serbest kalması konusunun AKP’nin başarısı olmadığıdır. Başörtüsü bugün kamuda serbest kaldıysa bu, kadın özgürlük hareketinin başarısıdır. Kadın hareketi yıllardır uğraşıyor ve meseleyi bir noktaya getiriyor. AKP ise yıllardır kılını kıpırdatmıyor ama kadınların hazırladığı özgürlük ortamından siyasi rant çıkarıyor. Levent Tüzel de aslında bunu dile getirmeye çalıştı.”
* * *
Tuncel bunları söyledikten sonra meselenin aslına değindi: “Ezgi, aslında nedir biliyor musun… Kadınların ne giydiği, ne giymediğiyle ilgili hep erkekler yorum yapıyor. İyisi, kötüsü… Erkekler bu konuda artık sussun. Kadınlar ister örter, ister örtmez, ister açık giyer, ister kapalı… Bunun yorumunu yapmayı bıraksın artık erkekler. Sussunlar!”
AK Parti’nin erkekleri başörtüsü meselesinden elbette siyasi kazanç sağlıyor.
CHP’nin erkekleri de başörtülüye göz açtırmama yeminleriyle…
HDP’ninki de MHP’ninki de çok farklı değil, niye olsun.
Tabii… Kadınların bedeninden kıyafetine her şey bu erkeklerin siyasetinden cüzdanına fayda getiriyor. Net. Dolayısıyla… Daha çok uğraşırlar, daha çok fikirlerini beyan ederler.
Fakat diyesim şudur: Bu memleketin tüm kadim sorunlarını güçlü kadın hareketi çözecek. Ve eminim, bu hareket her geçen gün daha da güçlenecek. Zaten demokrasi ve özgürlük isteyen herkes de buna duacı olsun.
Bu gemi artık yüzebilir çünkü sular yükseliyor
Veysi Sarısözen – Özgür Gündem
HDP Büyük Kongresi Türk medyasında da yankılandı. Olumlu yorumlar var. Hem HDP’nin, hem de BDP’nin Türk medyasıyla ilişkilerinde yeni bir canlanma yaşanıyor. Gezi direnişinden bu yana, “yarı-ulusalcı” ya da “ılımlı ulusalcı” medyada çalışan genç gazeteciler AKP’ye karşı “muhalefette” Kürt halkının öncülüğünde yürütülen mücadeleye her geçen gün daha canlı bir ilgi duyuyor.
Yalnız gençler değil… Nazlı Ilıcak’dan, Sedat Ergin’e, Kadri Gürsel’den Cengiz Çandar’a ve elbette Hasan Cemal’e kadar önemli isimler geçmişle kıyas kabul etmez bir “nesnellikle” Kürt sorununa yaklaşıyor.
Bu basit gözlem bile, HDP deneyiminin zamanlaması bakımından bize iyimser ipuçları veriyor. Şimdi Kürdistan’da boy veren mücadeleyi, Türkiye’ye “tercüme” etme ve bunu “Türkiye renginde” bir mücadeleye dönüştürme olanağı karşımızda somut olarak duruyor.
İlk bakışta, pek çoğu 12 Eylül darbesinden sonra hemen hemen hiçbir ciddi gelişme gösterememiş, bir kısmı defalarca bölünmüş, bir kısmı tam birleşirken bir daha bölünmüş sol parti ve grupların varlığı, HDP’nin gelişme süreci bakımından bir “olumsuzluk” gibi görülebilir. Eski alışkanlıkların bu yeni deneyi de başarısızlığa sürükleyeceği düşünülebilir. Türkiye nüfusu içinde etkili olamasalar da, bir kitlesel parti içinde küçük ama örgütlü böylesi çevrelerin yaratacağı olumsuzlukları aşmanın zorluğu da ortadadır.
Ama unutulmaması gereken husus şudur: Sol partilerdeki olumsuzluklar, bu partileri yönetenlerin ve onlara destek verenlerin doğasından kaynaklanan olumsuzluklar değil. Olumsuzlukların asıl kaynağı, 12 Eylü darbesinden bu yana bu hareketlerin, “yükselen halk denizinden” mahrum kalması. Bu partileri birer gemiye benzetirsek şöyle diyebiliriz: 12 Eylül’de “halk denizi” büyük bir hızla metropollerden Kürdistan’a doğru kaydı. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra bu “deniz”, neredeyse kurudu. Solun bütün gemileri karaya oturdu. Ve artık küreklere ne kadar büyük azimle asılırsa asılsınlar, sosyalistler “eski gemileri” bir milim ileriye götüremez hale geldi… Hemen hemen bütün gemilerde isyanlar patladı. Herkes bir diğerinin gemisini “yağmalamak”, azalan “tayfa” sayısını diğerinin “tayfalarını” transferlerle karşılamak, karaya oturmuş gemiyi yüzdürmek için “safra” sayılanları tasfiye etmek isteyince ağır sonuçlar ortaya çıktı.
HDP’de birleşenler bu durumu gördüler. Ve bu durumdan çıkışın bir “Nuh’un Gemisi” inşa etmekten geçtiğini anladılar. Şimdi Kürdistan’da yükselen “deniz suları” adım adım; ve Gezi direnişinden sonra artan bir hızla Batı’ya doğru akmaya başlarken, tam zamanında yeni Gemi’yi tersaneden, şimdilik hala “sığ” da olsa, “denize” indirmeyi başardılar.
Eğer suların yükselmesi devam ederse ve Gemi’nin “kaptanları”, “çarkçıları”, “kamarotları” ve “tayfaları”, dümeni doğru rotada tutabilirse, HDP deneyini yaratan tüm öznelerin, eski sol grup ve partilerin, kendi içlerinde büyük bir yenilenme ve canlanma süreci yaşayacağından kuşku duyulamaz. Kendi dar dünyasında çürüyen siyaset, bir kere milyonlara açıldığında, her türlü olumsuzluğu ortadan kaldırma imkanı verir. Karaya oturmuş bir gemide, “rota” hakkında tartışmalar hiçbir sonuç vermez. O nedenle yıllardır tüm solu birleştiren tek bir program bile yazılamamıştır. Ama denize açılmış bir gemide, “rota” hakkında yapılacak tartışmalar, er ya da geç sonuç verir.
Dünya devrimci sürecinin bütün programları, “halk denizinde yüzen gemilerde” yazılmıştır. 1848 devrimi, Marks ve Engels’in “Manifestosuna”, sonra 1871 devrimi bu programda büyük düzeltmelere, 1905 Rus devrimi “İki Taktik” adlı programatik belgeye ve 1917 Şubat devrimi “Nisan Tezleri”ne yol açmıştır. Ve Kürt özgürlük hareketinin “Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Ulus, Demokratik Özerklik, komünal eşitlikçi, cinsiyet özgürlükçü, ekolojik toplum ve Konfederal Ortadoğu-Kafkasya Ortak Evi” programı, kırk yılı bulan büyük bir devrimci sürecin içinden çıkarılmış bir program olarak şu anda önümüzde durmakta. Bu programı Gezi isyanının “program” ipuçlarıyla yeniden “okumak “ iyi olacak…
Hep birlikte göreceğiz. Geçmişin deneyimli potansiyeli, işte bu program tarihini yeni koşullara uygulama ve denize indirilen HDP Gemisi’ne sağlam bir rota çizme konusunda herkesi şaşırtan bir kolektif yaratıcılık gösterecek.
Karaya oturmuş bir gemide en “müthiş” “yol haritası”, en hassas “pusula”, en yetenekli “amiral” beş para etmez. Yüzen bir gemide ise, bütün “yanlış yol haritalarının” yanlışlığı er ya da geç ortaya çıkar; “bozuk pusula” Kuzey Yıldızı gökte belirince çöpe atılır, en tecrübesiz “kaptan”, ilk büyük fırtınadan sonra işini öğrenmeye başlar.
O halde “vira bismillah”!
AKP’nin de Türkiyelileşmesi gerekmez mi?
Erol Katırcıoğlu – T24
Son günlerde medyada, kuruluşundan önce ve sonrasında HDP’yle ilgili eleştirel bir çok yazı okuduk. Kimileri bu adımı “Marjinal solcuların Kürtler üzerinden varolma gayreti” olarak değerlendirirken kimileri de yeni bir “Öcalan production” olarak değerlendirdi. Kimileri de HDP’yi, kurulurken ölmüş bir “ölü doğum” girişimi olarak görmeyi yeğledi. (Yalçın Akdoğan, Murat Aksoy ve Mahmut Öğür’ün yazıları)
HDP’nin neden ve niçin kurulduğu gibi soruların yanıtları, sanırım “Kürt siyasetinin Türkiyelileşmesi” ihtiyacında yatıyor. Bildiğim kadarıyla, Kürt siyaseti içinde bu ihtiyacı ilk ifade eden de, BDP’nin dışında bu amaç doğrultusunda yeni bir partileşme öneren de Abdullah Öcalan. Yani Kürt siyaseti, yalnızca Kürtler için bir demokrasi talebinde bulunmak yerine Türkiye coğrafyasında yaşayan bütün kimlikler için bir demokrasi talebinde bulunuyor. Bu nedenle de “herkes için demokrasi” şiarı bu partiyi kuranların ortak şiarı.
HDP’nin böyle bir ihtiyacı karşılayıp karşılamayacağını henüz bilmiyoruz. Ama açık olan bir şey varsa o da Kürt siyasetinin Türklere el uzatmaya çalışıyor olması. Denilebilir ki “Türkler” dediğin, neden sıradan insanlar değil de kendilerini şu ya da bu fraksiyonla tanımlamış ve çoğu “eskiyi” çağrıştıran solcular? Türkiyelileşme dediğin, bu “solcularla” nasıl sağlanacak?
Kimse kimsenin elini tutmuyor. Beğenelim beğenmeyelim Kürtlere ilk el veren insanlar bu insanlar. Bu insanların bu süreçte kendi kimliklerinin üzerine çıkıp daha radikal bir demokrasi mücadelesi için birlikte davranmaya devam edip edemeyeceklerini ise henüz bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey varsa o da bu insanların Kürtlerin çağrılarına el vererek önemli ve değerli bir adım attıkları.
Ama örneğin Yalçın Akdoğan böyle düşünmüyor. Bir yandan BDP’nin Türkiyelileşmesinin arzu edilen bir durum olduğunun altını çizerken, öte yandan “Özellikle mevcut açılım (yani HDP girişimi) BDP’yi Türkiyelileştirmiyor aksine marjinalleştiriyor” diyerek bu çabayı daha başlangıçta mahkum ediyor (BDP Çatlar mı? Star, 15 Ekim); ya da “HDP de BDP gibi kimlik siyaseti yapacaksa, çatışmacı bir dil kullanacaksa, emir kulu olacaksa, “küçük olsun benim olsun” yaklaşımını sürdürecekse, siyasi rekabeti savaş zannedecekse yeni bir partiye ne gerek var?” (HDP bir açılım mı, fiyasko mu? Star, 29 Ekim) diyerek bu yeni girişimi eleştiriyor.
Doğrusu bu eleştirileri okuyunca, iktidarı oluşturan siyaset elitinin, BDP’ye ve HDP’ye getirdikleri bir çok eleştirinin aslında kendileri için de geçerli olduğunu farketmemelerini, ne denli “kimlik siyaseti”nin içine batmış olduğumuzun en açık kanıtı olarak görüyorum.
Çünkü, eğer “Türkiyelileşme”yi, bu coğrafyada yaşayan çok sayıda farklı kimliğin ortak bir paydada buluşması olarak tanımlarsak, tıpkı Kürt kimliği gibi İslami kimliğin ve onun temsilcisi konumundaki AKP’nin de Türkiyelileşmesi gereğinden neden söz etmeyelim ki? İslami kimliğin sayıca üstün olması kendi başına onun “Türkiyeli” olduğunu göstermez.
Örneğin Başbakan’ın Ramazan günlerine denk gelen bir mitingde, mitinge gelenlere teşekkürlerini bildirirken, “Hepiniz oruç oruç bu sıcakta buraya geldiniz beni dinliyorsunuz, o nedenle de konuşmamı kısa tutacağım” dediğinde, gelenlerin arasında gayrı Müslümlerin ya da ateistlerin olmayacağını nasıl varsayabiliyor?
Ya da, aynı şekilde bir konuşmasında Hz. Muhammet’den sözederken “Sevgili Peygamberimiz” ifadesini kullanırken, dinleyicilerinden bazılarının “Sevgili Peygamberinin” Hz. İsa ya da Hz. Musa olması ihtimali neden aklına hiç gelmiyor?
Ya da, tam da kimsenin yaşam tarzına karışmadıklarını söylerken “Kimin neyine karıştık? Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” sözünde kendi yaşam tarzının dışındakilerini aşağıladığının nasıl farkına varmıyor?
Ya da bir söyleşide “Alkol alan, bir kadeh bile alsa alkoliktir!” derken, yaşam tarzı içinde alkol almak olan insanları ötekileştirmiş olduğunun nasıl farkına varmıyor?
Son olarak birkaç gün önce yine bir konuşmasında, “Hatta hatta ateistin de hukukunu koruyacağız dedik, yola böyle çıktık” derken, bu cümledeki “hatta hatta”nın neyi ifade ettiğini neden hiç düşünmüyor?
Bütün bu ve buna benzer soruların tek bir cevabı var. Başbakan Erdoğan farkında olarak ya da olmayarak kendi kimliği olan “İslami kimliğin” içinden bir “kimlik siyaseti” yapıyor. O nedenle de bir türlü “Herkesin Başbakanı” olamıyor. Yani toplumdaki tüm kesimlerin taleplerini değil, yalnızca kendisinin de içinde olduğu İslami kesimin taleplerini yerine getirmeye yönelik bir siyaset yapıyor. Bu nedenle de, eğer bu ülkede, “Türkiyelileşme” diye bir sorunumuz varsa bu yalnızca Kürtleri değil ama aynı zamanda İslami kimliği ve onun temsilcisi konumundaki AKP’yi de kapsayan bir sorun olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. O nedenle de eğer yaratıcı bir tartışma yapacaksak Türkiye toplumunun, Osmanlı bakiyesi bir toplum olarak daha henüz Türkiyeleşememiş bir toplum olduğunu ve var olan demokrasinin de artık geçmişte kalması gereken bir “kimlikler demokrasisi” olduğunu konuşmamız gerekiyor. Bu yönde ileri bir adım atmış böyle bir “Türkiyelileşme” hareketini, “niyet okuyarak” daha ilk günden mahkum etmeye çalışmanın ise, kötü niyetli demesek de demokratik bir tutum olmadığı ve olmayacağı açıktır.
Başörtü tartışmasında doğru yerde durmak
Fatih Polat – Evrensel
Soru şu: “Kadın milletvekilleri başörtüsü ile Meclise girebilmeli mi?”
Kuşkusuz evet. Politika yapılan, politika üretilen -pek üretilemese de, üretilmesi gereken (!)- Meclis gibi bir alanda vekillerin kılık kıyafet sınırlamasına tabi tutulması, daha baştan bir tasnif etme girişimidir. Milletin oyu ile ve onun çıkarları doğrultusunda politika yapmak üzere Meclise gönderilmiş olan milletvekiline belli kalıplar dayatılamaz, dayatılmamalıdır.
Farklı politik görüşlere ve değerlere sahip milletvekillerinden bazılarının inancının gereği olarak ya da velev ki politik bir simge olarak savunduğu başörtüsünü, başka bir milletvekili de tam aksi yönde değerlendirebilir. Ve bu konuda birinin görüşleri, diğerinin tercihlerini yaşamasını engelleyemez, engellememelidir. Aynı şekilde de, kadınlara “örtülüysen kamuda çalışamazsın” da denemez.
Ancak bugüne kadar yaradılışçılığın evrim kuramının önüne konulduğu, eğitimin içeriğinin laik, bilimsel temelden uzaklaştırıldığı, devletin Diyanet’ten başlayarak Hanefi mezhebi ekseninde yapılandırılmış olduğu, kadına her alanda ikinci sınıf muamelesi yapıldığı, iç ve dış politikada Sünni eksenli tutumun hakim olduğu bir devlet ve iktidar düzeninde, sorunu en olmayacak yerden tartışmak abestir.
Her alanda muhafazakarlaşmayı dayatan AKP Hükümeti ve kadının erkekle bir olamayacağını dile getirip savunan bir Başbakan’ın önümüze koyduğu başörtü tartışmasının, muhalif güçlerin, demokrasi güçlerinin durdukları zemini kaydırıcı bir etki yapması, buna izin verilmesi, meyledilmesi en hafif deyimle trajiktir.
Bu çarpık anlayış AKP iktidarı ile başlamadı. Kökleri Cumhuriyet’in başlarına kadar dayanıyor. Cumhuriyet’in kurucuları, devletin dinden elini çekmesini eksen alan bir laiklik anlayışı yerine din ile belli bir mezhep lehine ve onu belli bir düzeyde denetime almak üzere uzlaşma esasına dayalı bir duruşu, devletin resmi düsturu olarak benimseyip dayattılar. Bu, zaman içinde sağ iktidarların eğip bükmeleriyle birlikte bugün artık modern, laik yaşam biçiminin doğrudan iktidar tarafından tehdit altına sokulduğu, devletin bakanının, televizyon sunucusunun kıyafetine müdahale ederek onu işinden edebildiği bir düzleme kadar ulaştı.
Burada aslında Kemalist laiklik anlayışının sığlıkları ile öncellerinin devamcısı olan AKP iktidarının muhafazakar ve istismarcı yaklaşımı, bu konudaki tartışmayı son derece sığ bir alana hapsediyor. Böyle olunca birileri de sözde muhaliflik ve özgürlükçülük adına, AKP’nin dediğini tekrar etmeyi Kemalizm’in karşısında özgürlük zemininde durmak biçiminde algılayıp, savunabiliyor. Hapsedildiği dar alanın sınırlarını görmeyip, bunu kadını özgürleştirmek ve kadının başarısı, kazanımı gibi savunabiliyor.
Tartışmanın sıkıştırıldığı bu dar alanı saptayıp, bir adım geriye çekilerek bakıldığında, yukarıdan dayatmacı resmi anlayışa karşı kadın milletvekillerinin Mecliste istediği kıyafetle bulunma tercihine saygı göstermek, bunun karşısına dikilmenin kabul edilemezliğini savunmak, bunu açık bir dille ifade etmek öncelik olmalıdır.
Diğer taraftan da örneğin bir sosyalist, resmi laiklik anlayışına, yukarıdan kılık kıyafet dayatmalarına, kışlacı düstura karşı çıkarken; AKP ve onu destekleyen liberallerin hegemonik alanına sürüklenmemeyi de bilmelidir.
Güncel tartışmalar açısından dikkat çekilebilecek bir nokta ise, kılık kıyafet konusunda resmi statükocu, dayatmacı yaklaşımların karşısında durmaları gereken sosyalistlerden; örneğin bir İslamcı yazar, iktidar ya da politikacıyla aynı laiklik anlayışına sahip olmaları da beklenmemelidir.
Bu, hayatın ve politik alanın tüm boyutlarıyla muhafazakarlaştırılması, dinileştirilmesi dayatmalarına karşı sosyalistlerin direncini zemin kaymasına uğratma girişimidir ki, asla kabul edilemez.
HDP, denenmişlerden ‘yeni’ bir deneme mi
Hüseyin Çakır – Taraf
İnşallah bu kez tutar.
“Halkların Demokratik Kongresi”, Çatı Partisi girişimi bileşenlerinin devamı olarak ortaya çıktı. BDP ve öncesi partilerin Kürt hareketinin bağımsız adaylarla, seçim ittifakı yaparak seçimlere katılma politikası, “2011 Genel Seçimleri sürecinde oluşturduğumuz Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun ortaya çıkardığı başarının yarattığı umut ve heyecanla tüm toplumsal muhalefet kesimlerini, demokratik direniş odaklarını, demokrasi, eşitlik ve barış mücadelesi veren tüm özneleri, ortak bir mücadele hattında buluşturmanın tam zamanı olduğunu düşünüyoruz” açıklamasıyla ilan edilmişti.
İnşallah dememin nedeni, Sosyalist/ Marksist solun 25 yıldır değişik kombinezonlar deneyerek yaptığı birlik girişimlerinin kaderine benzememesi dileği.
TARİHE DÖNÜP BAKMAK
Büyük umutlarla 1990’da, Sosyalistlerin Birlik Girişimi, adıyla Türkiye sosyalist hareketinin ana akımlarından gelenler, aydınlar, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, evrensel sosyal demokrat politika ve değerleri savunan “sosyal demokratlar”, liberal demokratlar, feministler, bağımsız Kürt aydınları… “Marksist olanların ve olmayanların” partisini kurmak için yola çıkmışlardı. SHP’den ayrılan üç milletvekili de bu çalışmaya katılmış, Sosyalist Birlik Partisi (SBP) kurulunca Meclis’te üç vekili olmuştu. “Sosyalistler Meclis’te temsil ediliyor” diye gurur duyulmuştu.
SBP, 12 Eylül sonrasında solun en kapsamlı çıkışıydı. Daha Berlin Duvarı yıkılmamış, sosyalizmin, çoğulcu olup olamayacağı, proletarya diktatörlüğü en gelişkin demokrasi mi değil mi, işçi sınıfının öncü partisi nasıl olmalı, parti mi/ cephe mi, yasal komünist parti kurulabilir mi, kurulamaz mı ve serbest pazar/ piyasa, özel sektör sosyalizme uygun değil mi tartışmalarının hararetle yapıldığı bir denemdi. Reformculuk: Sınıf uzlaşmacılığı, hainlik; Demokrasi mücadelesi: Sisteme boyun eğme, sistemle uzlaşmacılık olarak sınıf düşmanlığı gibi görülüyordu.
SBP böylesi bir ortamda kurulmuştu. Ülkenin temel meselelerine, politik çözüme kafa yoran falan yoktu. Pardon, kafa yoranlar vardı, ama onların bu partide yer alıp alamayacakları temel tartışma konusuydu. “Marksist olanlar ve olmayanlar aynı partide olabilir mi?” SBP’nin kuruluş kongresinde; Marksistlerle, Marksist olup da Marksist olmayanlarla birlikte olmak isteyenler iki kutba ayrılmıştı.
Partinin adı bu ayrışmanın ana hatlarını gösteriyordu. Marksistler “Sosyalist Birlik Partisi” adını, Marksist olan ve olmayanlar “Çağdaş Demokrasi Partisi” adını önerdiler, 18 oy farkla partinin adı Sosyalist Birlik Partisi oldu. SBP kurulduğu gün, “partinin kimliği” tartışmasının içine gömüldü, Marksist olmayanlar sosyal demokratlar ve reformcular bir yıl içinde ayrıldılar veya ayrılmak zorunda bırakıldılar.
MÜCADELE VE DİRENİŞ PARTİSİ
Halkların Demokratik Partisi, denenmiş “birlik” girişimlerinin “yeni” bir versiyonu. 1990’lı yıllarda ve sonrasında “solda birlik” tartışmaları ve birleşmelerin içinde yer alanlar, HDP’nin çekirdeğini oluşturuyorlar. İlk kez Kürt siyasi hareketi (PKK-BDP çizgisi) seçim işbirlikleri dışında, Türkiye solunun bir kesimiyle, siyasal birlik girişiminin içinde yer alıyor.
12 Eylül sonrası “solda birlik” girişimlerine PKK çizgisindeki legal Kürt siyasi hareketleri sıcak bakmadılar, bu girişimlerin içinde yer almadılar. Sosyalist solun, “sosyalizm, devrim, reform” tartışmalarından uzak durdular. Kürtlerin kimlik ve özgürlük mücadelesini sistemin sınırlarını zorlayarak Meclis’te ve yerel yönetimlerde sürdürmek temel amaçları oldu. ( PKK’nin silahlı mücadelesinin karakteri ve etkisi bu yazı dışında ele alınmalı. ) Bu politika BDP ve öncüllerini Kürtlerin bütün kesimlerinin desteklediği kitle partisi hâline getirdi. BDP geleneğinin siyaset yapma tarzı ile HDP’nin sosyalist bileşenlerinin siyaset yapma tarzı ve kültürü birbirini bütünlemiyor. BDP içinde ve seçmen tabanında, HDP içinde yer alma tartışması başlamışsa, demek ki sorun var, sorun görülüyor demektir.
Peki, bu birleşme Kürdistan’da heyecan ve sinerji yaratıyor mu? Daha önce Taraf’ta yazdığım bir yazıda “BDP’yi Türk soluyla birleştirmek, Kürtleri ideolojik tercihe zorlar” demiştim (http://www.taraf.com.tr/huseyin-cakir/makale-bdp-yi-turk-soluyla-birlestirmek-kurtleri.htm).
Altan Tan, “İslamcı ve liberal demokratları içine almayan bir girişim bu” açıklaması yaptı, “eksiklerle oluşmuş, sol kimlikli bir parti, saygı duyarım ama demokratik muhalefetin biraraya gelmesi için yeterli değil” diye eleştiride bulundu.
HDK’nin program metninde “sosyalizm” sözü hiç geçmiyor. Ama neoliberalizme, Türk- İslam sentezine, kapitalist sisteme, emperyalizme, onların kurumlarına, karşı mücadele, direniş partisi olarak kendilerini tanımlıyorlar. Demokratik taleplerin nasıl gerçekleşeceği AKP iktidarına adım attırarak veya iktidara geldiklerinde açık net belirtilmiyor. Mücadele ve direniş, örtük olarak devrim yerine kullanıyor. Duran Kalkan- Mustafa Karasu’nun “Kürdistan’da devrim” tezlerinin başka bir ifadesi de denebilir.
HDP’nin kurucu bileşeni sosyalistlerin dünya görüşleri, siyasi ve ideolojik duruşları eklektik bir muhalif tablo ortaya çıkartıyor. Parti/cephe modeli bir örgütleme deneniyor. Kürdistan’da BDP, Batı’da HDP… Federal bir Cumhuriyet için mükemmel siyasi bir yapılanma olabilir, ama ne BDP ne HDP federalizmi savunuyor.
Kürtler, Kürt seçmenler, “Türk solu” olarak kendilerini tanımlayanların satır arası konuşmalarına alışkın değiller. BDP’nin ve aynı çizginin öncesindeki partilerin bütün yazılı, sözlü belgelerinde “sol, sosyalizm hatta sosyal demokrasi” gibi ideolojik kavramların kullanılmadığı görülecektir. BDP geleneğinin Türkiyelileşme amacı, sol söylemle gerçekleşir mi? AKP’ye alternatif muhalif seçenek HDP olur mu? Mücadele ve direniş politik çizgisiyle AKP’yi dize getirmek amaçlanıyorsa, bu pek mümkün görünmüyor.
HDP, Kürdistan dışında, Kürtlerin yaşadığı batı illerindeki Kürtlerden başka, toplumsal taban/ toplumsal muhalefete ulaşarak kitle partisi olabilir mi?
Olmasını temenni ederiz. Yerel seçimler ilk deneyim olacak.
Meclis’in başörtüsü ile son imtihanı
Cüneyt Özdemir – Radikal
Anaakım Türkiye siyaseti ne yazık ki son 50 yılını ‘Sağcı mısın solcu mu?’, ‘Türk müsün Kürt mü?’ seviyesinde bir atmosferde yaşadı. Siyasi partiler takım tutar gibi desteklendi. Sağcılık veya solculuk babadan oğula bir miras gibi devredildi. Benzer siyasi simgeleri, benzer ezberler ile savunan kuşaklarla ömür tüketti. Gel zaman git zaman görüyoruz ki bu ezberler üzerinde siyasilerin kafasında bir milim yol kat edilmemiş.
Yarın TBMM’de yine tarihi bir gün var.
Üç kadın milletvekili ikinci kez Meclis’e başörtüsüyle girmeyi deneyecekler. Yakın zamanda ilk denemeyi yapan Merve Kavakçı’nın başına gelmeyen kalmamıştı. Bu sefer böylesine siyasi sonuçlar beklenmiyor ama CHP cephesinden gelen sinyaller, tanıdık ve bıkkınlık veren ezberlerin devam edeceğini söylüyor.
Yasalar değişti, zamanın ruhu değişti, en önemlisi toplum değişti ancak baĞzı kafalar hiç değişmedi. Gördüğümüz kadarıyla değişeceğe de pek benzemiyor. Elbette Meclis’e üç kadın milletvekilinin başörtüsü ile girmesine karşı çıkan ‘kafa’nın hâlâ sokakta bir destekçisi var ancak bu destekçi sayısı her geçen gün azalıyor, marjinalleşiyor.
Bu haliyle CHP’nin durumu bir dönem bizim anaakım medyamızın durumunu andırıyor. Anaakım medyada basın özgürlüğüne yönelik medyanın sermaye yapısından kaynaklanan ciddi müdahaleler söz konusu olduğu artık dünya âlemin bildiği bir gerçek. Gelin görün ki bu müdahaleler basınımızın düne kadar çok da matah bir yer olduğu anlamına gelmiyor. Bugün aralarında hiç hak etmedikleri bir halde anaakım medyadan uzaklaştırılan yazarlar olduğu kadar, yıllarca hiç hak etmedikleri köşeleri ve mevkileri işgal edenlerin de uzaklaştırıldığını görüyoruz. Anaakım medya bir dönem ulusalcı faşist bir söylemi editörleri ve köşe yazarları ile farklı nedenlerden hiç hak etmedikleri kadar içine almış ve büyük kitleleri manipüle etmelerine imkân sağlamıştı. Bunun sonucu 28 Şubat dönemi gelip çatmıştı. Bu yapay manipülasyonların en iyi cevabını ise halk sandıkta vermişti.
Şu aralar farkındaysanız pek çok bahsettiğim tür yazar anaakım medyadan ayıklanıyor. Hemen hiçbiri yazarlığı bırakmıyor. Tam tersi, temsil ettikleri düşüncelerin yayın organlarında yazmaya devam ediyorlar. Görüyoruz ki bu yazarlar anaakım medyadan ayrıldıkları zaman büyük kitleleri peşlerinden sürükleyemiyorlar. Tam tersi, savundukları ideolojinin sandıkta karşılığı ile orantılandığında normal sayılabilecek bir okur kitlesine seslenen gazetelerde yazıyorlar. Bu kötü bir şey değil. Tam tersi, hem anaakım medya hem Türkiye hem de demokrasimiz orantılı bir normalleşme yaşıyor.
Anaakım medyanın biraz da zorla ve gönülsüz yaptığı bu ayıklamayı CHP ise kendi siyasi dengelerinden dolayı bir türlü yapamadı, yapamıyor. Pek çoğu ancak marjinal oy oranına sahip partilerde yer alacak zihniyetteki milletvekilleri CHP’nin içinde hiç de hak etmedikleri bir çoğunlukta yer alıp partinin dümenini kimseye bırakmamaya kararlı gözüküyor. Görünen o ki yarın Meclis’te yine ayağa kalkıp ortalığı birbirine katacak olan toplumdaki azınlık, CHP’deki o çoğunluk olacak.
Oysa aynı CHP, içinde pek çok aklıselim sahibi milletvekilini de barındırıyor. Bu milletvekillerinin bırakın yarın diğer CHP’lilere destek vermeyi, başörtüleri ile nihayet Meclis’e girecek bu kadınları desteklediğinden de emin olabilirsiniz.
Peki, seslerini çıkarabilecekler mi?
Hiç sanmam.
Benzer bir durum yeni kurulan HDP’de de söz konusu. Başbakan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan dün yeni kurulan HDP’ye bakıp marjinal partilerle işbirliği yapan bir BDP’nin anaakım siyasette şansı yok tanımlamasını yaparken haksız değil. Görüyoruz ki Türkiye’yi demokratikleştirme hevesiyle ortaya çıkan böyle bir oluşumda bile dakika bir, gol bir ilk mesele Meclis’teki bu üç kadının başörtüsü meselesi olabiliyor. Daha da vahimi, HDP’nin kurulur kurulmaz bahsettiğim kafadaki “CHP ile işbirliği yapabiliriz” açıklamaları olmalı.
Bu kendine güvensiz, küçük bir çevreye hapsedilmiş, daha başlarken heves söndüren demeçlere bakıp da Başbakan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan sevinmesin de kim sevinsin!
Bugün Türkiye siyaseti AK Parti’nin alternatifsizliği içinde tıkanıp kaldıysa Türkiye’nin bugüne kadar siyasi ezberlerini, alışkanlıklarını, klişelerini ve tabularını bozacak muhalif bir siyaset dilinin ortada gözükmemesindendir.
‘3. yol’ olarak tanımlayacağımız ‘potansiyel var, tesis yok’, ruhunun kendisine vücut bulamamasındandır.
Üç kadının başörtüsü özgürlüğüne sahip çıkacak bir sol, 3. yolun başlangıcı olabilir. Solculuk demenin başörtüsü düşmanlığı ile eş tutulduğu bir toplumun siyaset ezberi ancak böyle hamleler ile bozulur.
Yarın Meclis’e başörtüleri ya da türbanları ile gelecek olan o kadın milletvekillerine muhalefet sıralarında kimin nasıl tepki göstereceğine iyi bakalım.
Yakın bir gelecekte Türk siyasetinin kaybedenleri veya kazananlarını onlar arasında göreceğiz.
Fıratnews.com’dan Ali Güler ile Röportaj